Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30 - 06 - 2014, 14:44   #8 (permalink)
Çevrimiçi
aSpeNDos Konuyu Baslatan
Kullanıcıların profil bilgileri ziyaretçilere kapalı
Cevap: BAKARA SÛRESİ ve Tefsiri


263, Bir iyi söz, bir af, kendisini bir eziyet takip eden bir sadakadan hayırlıdır. Ve Allah Teâlâ zengindir, halimdir.

263. Bu âyeti kerime, bizlere en güzel şekilde geçinme ve bir sosyal terbiye dersi vermektedir. Şöyle ki: (Bir iyi söz) bir tatlı lâkırdı, bir gönül alan konuşma, bir fâideli kelâm (bir af) bir kusuru gizlemek, bir hoş olmayan hâli açığa çıkarmamak (kendisini bir eziyet takip eden) arkasından bir başa kakan, bir uzun dillilik şeklinde gelen (sadakadan) bir mal harcamadan (hayırlıdır), binaenaleyh bir fakire ve benzerlerine bir malı başa kakarak, bir kibir ve gururla vermekten ise onu nazikâne bir suretle savmak bir içtimaî terbiye icabıdır. Ve netice de daha iyidir. (Ve Allah Teâlâ zengindir) kullarının sadakalarına ihtiyacı yoktur. Allah rızası için yapılacak iyilikleri mükâfatsız bırakmaz. (Halîmdîr) kullarının lâyık oldukları cezaları hemen vermez, tevbe etmeleri ve af dilemeleri için mühlet verir. Artık bu ilâhî lütufdan istifade edilmelidir, insanlık icabı işlenmiş olan günahlardan bir an evvel tevbe edip, af dileyip Cenâb-ı Hak'kın merhamet deryasına can atmalıdır...









264. Ey imân etmiş olanlar!. Sadakalarınızı baş kakmakla, incitmekle iptal etmeyiniz. O kimse gibi ki, malını insanlara gösteriş için harcar da Allah Teâlâ'ya ve âhiret gününe inanmış bulunmaz. Artık o kimsenin hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kaypak taşın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet ederek onu dümdüz bir halde bırakmış olur. Onlar kazanmış olduklarından bir şeye kadir olamazlar. Ve Allah Teâlâ kâfirler gurubuna hidayet etmez...

264. Bu âyeti kerime, başa kakmak suretiyle ve dine aykırı olarak yapılan iyiliklerin sahiplerine fâide vermeyeceğini bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey mü'minler! Sadakalarınızı) fakir ve düşkünlere yapacağınız yardımları onlara (başa kakmakla) onları sözlerinizle, hareketlerin izle (incitmek) sûretiy (le iptal etmeyiniz) sevaptan mahrum bırakmayınız. (O kimse gibi ki, malın; insanlara göstermek için harcar) gösterişte bulunur (da Allah Teâlâ'ya ve âhiret gününe imân etmiş bulunmaz) münafıkça hareket eder durur. (Artık o kimsenin hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kaypak taşın hâli gibidir ki,) o, toprağı muhafaza edemez. Ondan bir fâide göremez. (Ona şiddetli bir yağmur isabet ederek onu dümdüz bir halde bırakmış olur.) Üzerinde topraktan eser görülemez. İşte başa kakma ve eziyete dayalı olan bir iyilik de böyledir, onu yapan ölümün pençesine tutuldu mu, o iyilikten bir eser kalmaz, ondan yararlanamaz, boş yere mahvolup gitmiş bulunur. İşte bu gibi münafık kimseler ebediyyen mahrumiyete mahkûmdurlar. (Onlar) öyle başa kakmakla insanlara eziyet vermekle yapmış oldukları sadakalardan ve diğer (kazanmış olduklarından bir şeye kadir) bir sevaba nail (olamazlar), onların bu amelleri boşunadır. (Ve Allah Teâlâ kâfirler gurubuna hidâyet etmez) öyle gösteriş için iyilik yapan münafıkları doğru yola sevk eylemez. Binaenaleyh yapılacak bir iyilik, verilecek bir sadaka; iyi niyete, güzel bir itikada dayalı olmalıdır. Başa kakmadan, kalb kıracak sözlerden, kibir ve gururdan beri bulunmalıdır. Yoksa onların yapacakları bu iyiliklerin ne kıymeti vardır...

"Lâzım değil inayeti ehli tekebbürün"

"Bahşeyledim atasını vechi abusuna"

Kibirli kimsenin yardımı lâzım değil

Onun yardımını asık suratına bağışladım.







265. Ve mallarını Allah'ın rızâsını kazanmak ve nefislerini tesbit için harcamada bulunanların durumu ise bir bahçenin durumu gibidir ki, ona çokça yağmur yağar da meyvelerini iki kat olarak yetiştirir. Ona çokça yağmur değil de çiy isabet etse -yine kifayet eder-. Ve Allah Teâlâ yapacağınız şeyleri görücüdür.

265. Bu âyeti kerime, Allah'ın rızâsına ve dinin hoşgörüsüne dayalı olan sadakaların sahiplerine ne kadar faydalı olacağını bildirmektedir. Şöyle ki: Başa kakmadan beri ve samimi mü'min olan (ve mallarını Allah'ın rızâsını kazanmak) için (ve nefislerini tesbit için) yanî: İmanda sebat etmek ve cömertlikle vasıflanmak; ibâdet ve itaat etme alışkanlığını kazanmak için (harcamada bulunanların) bu harcamaya ait (durumu ise) güzel ve seçkin (bir bahçenin durumu gibidir ki) bütün hallerde meyve verir ve sahibine fâide temin eder. (Ona çokça yağmur yağar da meyvelerini iki kat olarak yetiştirir.) Maamafih o öyle bir ürün verme gücüne sahiptir ki, (ona çokça yağmur değil de) yalnız (çiğ) bir rutubet, en zayıf bir yağmur (isabet etse) yine kifayet eder, yine onun meyveleri, kat kat yetişir. Artık ona göre hareket ediniz, ramimiyetten, iyi niyetten ayrılmayınız (ve) biliniz ki, (Allah Teâlâ yapacağınız şeyleri görücüdür) onun yüce zatına hiç bir şey gizli kalamaz. Binaenaleyh Milaslı olanların da, gösterişte bulunanların da hallerini bilir. Ona göre mükâfat ve ceza verecektir. Ne güzel birteşvikve ne güzel sakındırma.









266. Biriniz arzu eder mi ki, onun hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu olan ve bunların altından ırmaklar akan bir bahçesi bulunsun ve onun için o bahçede her türlü meyveleri olsun, fakat kendisine ihtiyarlık çoksun, kendisinin zayıf zayıf yavrucakları da bulunuversin de o bahçeyi içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıversin?. İşte Allah Teâlâ âyetlerini sizlere böylece beyan buyuruyor. Tâ ki tefekkür edesiniz...

266. Bu âyeti kerime, daha dünyada iken ebedî hayatını kazanmaya vesîle olacak şeyleri bir nifak ve gösteriş sebebiyle elden çıkaran gafillerin hallerini temsil etmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar! Bir kere düşününüz, hiç (biriniz arzu eder mi ki) severek ister mi ki (onun hurma ve üzüm ağaçlarıyla) ve diğerleriye (dolu olan ve bunların) bu ağaçların (altından ırmaklar akan bir bahçesi) bir bostanı (bulunsun ve onun) o sizden biriniz (için o bahçede her türlü meyvaları) yetiştirir bir halde ■ olsun. Fakat kendisine ihtiyarlık çoksun) başka birşey kazanmaya iktidarı kalmasın, bununla beraber (kendisinin zayıf zayıf yavrucakları da bulunuversin) hepsi de korunmaya muhtaç bulunsun (da) böyle bir halde (o bahçeyi içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıversin) o da, onun o çoluk çocuğu da âciz, geçimlerini temin etmekten mahrum, ve şaşkın bir halde kalsınlar. Artık bunu kim arzu eder?. (İşte Allah Teâlâ) bu gibi ibret verici (ayetlerini sizlere böylece beyan buyuruyor, tâ ki tefekkür edesiniz» düşünüp ibret alasınız ve onun gereği ile amel edesiniz...

Kısacası: Beyan buyrulmuş oluyor ki: Bazı kimseler dünyada iken bir takım iyiliklerde, fakir ve düşkünlere yardımda bulunurlar, bunların sayesinde uhrevî hayatlarını kazanabilirler ve insanlık icabı amellerin eseri olan bir nice günahların yükünden de kurtulabilirler. Bu böyle iken onlar o yaptıkları hayır ve iyiliklerin kıymetlerini, uhrevî faidelerini gösteri; sebebiyle, başa kakmak ve eziyet etmekle yok etmiş olurlar. Ahirete boş elle giderler, kaybettiklerini telâfi etmeye imkân bulamazlar, felâketler ihtiyaçlar içinde kalırlar. Artık böyle bir durumda kalmayı kim arzu eder?.. Elbette ki kimse arzu etmez. Öyle ise böyle güzel amelleri elden çıkaracak olan çirkin hareketlerden pek kaçınmalıdır...









267. Ey imân edenler!. Kazandığınız şeylerin, ve yerden sizin için çıkarmış olduğumuz şeylerin temizlerinden harcayınız. Ve öyle kötüsünü vermek kastinde bulunmayınız ki, siz ondan harcarsınız da kendiniz ise onun hakkında göz yummadıkça alıcısı olmazsınız. Ve biliniz ki, şüphe yok Allah Teâlâ zengindir, övülmüştür.

267. Bu âyeti kerime, kazanç yollarını ve yapılacak malî yardımların ne gibi mallardan yapılacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler); Ey Allah Teâlâ'yı tasdik, onun dinî hükümlerini kabul eden müslümanlar! Ticaret san'at gibi bir servet vasıtasıyla (kazandığınız şeylerin) paraların ve sairenin (ve yerden sizin için çıkarılmış olduğumuz) ekinlerin, meyvelerin, madenlerin ve benzeri (şeylerin temizlerinden) iyilerinden, helâllarından Allah yolunda harcayınız. İcap eden zekâtınızı veriniz, fakirlere tesaddukta bulununuz. (Ve öyle kötüsünü) aşağısını, haram olanını zekât veya sadaka için (vermek kastinde bulunmayınız ki) bu husustaki dinî vazifenizi lâikiyle yapmış olasınız. Öyle kötü bir mal nasıl infak edilebilir ki, (siz ondan harcarsınız da kendiniz ise) size alacağınıza karşılık olarak verilecek olsa (onun hakkında göz yurumadıkça) müsamaha etmedikçe, sıkılmadıkça veya hakkinizin büsbütün zayi olacağından korkmadıkça onun (alıcısı olmazsınız.) Artık nefsiniz hakkında uygun görmediğiniz böyle bir şeyi başkası hakkında nasıl uygun görebilirsiniz?. (Ve biliniz ki şüphe yok Allah Teâlâ zengindir) sizin harcamanıza ihtiyacı yoktur, bununla emretmesi sizin fâideniz içindir. Ve Hak Tealâ (övülmüştür) mahlûkatı için pek büyük nimetler ihsan buyurmuştur. Her şekilde hamd ve şükre lâyıktır. Artık o Yüce Yaratıcının rızâsına uygun şekilde harcamaktan ayrılmayınız.

§ Malumdur ki, bir milletin iktisat sahasında yükselebilmesi için hem yurdunun arazisinden, madenlerinden ve sair tabiî kaynaklarından istifâde etmesi, hem de ticaret, san'at gibi bir şey ile uğraşması lâzımdır, İşte bu âyeti celile, bizlere bu iki yolun lüzumuna, meşruiyetine işarette bulunmaktadır.









268. Şeytan sizi fakirlik ile korkutur ve sizlere çirkin şeyler ile emreder. Allah Teâlâ ise size kendi katından bir mağfiret, bir lütuf vaad buyurur. Ve Allah Teâlâ geniştir, bilendir...

268. Bu âyeti kerime, dinî vazifelerin yerine getirilmesine mâni olacak şeytan tabiatlı kimselerin aldatmalarına bakılmamasına işaret etmektedir. Şöyle ki: (Şeytan) iblis veya her hangi bozguncu bir şahıs veya kötülüğü emreden nefis (sizi fakirlikle korkutur) malınızı harcarsanız züğürt kalırsınız diye sizi hayırdan men'e çalışır. (Ve sizlere çirkin) ahlâka muhalif, fuhşiyattan sayılan (şeyler ile emreder) o fena şeylere teşvikte bulunur. (Allah Teâlâ ise) Ey Allah rızâsı için harcamada bulunacak müminler!. (Size kendi katından bir mağfiret, bir lütuf) ve kerem (vaad buyurur) yapacağınız harcamadan dolayı Cenab'ı Hak'kın af ve mağfiretine, lütuf ve keremine nail olacaksınızdır. O harcayacağınız mal, mükâfatsız kalmıyacaktır, ve ondan dolayı fakir düşmeyeceksinizdir.. (Ve Allah Teâlâ geniştir) onun lütuf ve keremi boldur ve (bilendir) yaptığınız harcama ve diğer şeyler ona tamamen malumdur. Artık şeytanın vesvesesine kapılmayın, üzerinize düşen malî, bedenî vazifeleri ifaya çalışınız ki. Yüce Rabbinizin affın, lütuf ve ihsanını elde edesiniz.









269. Dilediğine hikmet verir. Kendisine hikmet verilmiş olan bir kimse ise muhakkak ona bir çok hayır verilmiş olur. Ve bunu ancak halis akıl sahipleri tefekkür eder.

269. Bu âyeti kerime, hikmetin kadrini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini göstermektedir. Şöyle ki: Allah Teâlâ, kullarından (dilediğine hikmet verir) güzel amele götüren ilim verir, eşyanın hakikatini anlama kudreti verir, İlâhî emirlerin faidelerini, gayelerini anlayabilme kabiliyeti verir, derin anlayış ve fazilet ihsan buyurur. Böyle (kendisine hikmet verilmiş olan bir kimse ise) pek mutludur. Pek büyük bir ilâhî lütf a kavuşturmuştur. Çünkü (muhakkak ona) o kendisine hikmet ihsan buyrulmuş olan zata (birçok hayır verilmiş olur.) Bu sayede ebedî selâmet ve saadete aday olmuş olur. (Ve bunu ancak hâlis akıl sahipleri) temiz düşünüşe, aydın bir ruha sahip bulunan zatlar (tefekkür eder) anlarlar. Bunun büyük bir Allah vergisi olduğunu takdir ederek kulluk görevlerini tam bir şevk ile, hoş bir şükran hissi ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!..

§ Hikmet kelimesi, çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Kısacası, Cenab'ı Hakka isnat olunan hikmetten murad, bütün cüzî ve idi Mî şeyleri bilmesi ve bunları son derece sağlam ve kuvvetli olarak icat etmesi demektir. Bu cihetle Cenab'ı Hakkın bir mukaddes ismi de (hakimdir.) insanlara göre hikmet ise eşyanın hakikatini imkân nisbetinde bilmek ve iyiliğe çalışmaktır. Hikmetle vasıflanmış olan zata ve hikmeti içeren şeye de (hakim) denir. Lokman hekim. Kur'ân'ı Hakim gibi. Maamafih hikmet tabiri şu gibi mânâlarda da kullanılmaktadır: (I) Kur'ân'ı Kerim, (2) İlim ve anlayış, (3) Allah'a ait ilim, (4) Peygamberlik, (5) Şüpheden beri olan ruhanî işaret, (6) Din ve dünyanın iyiliği, (7) Eşyanın hakikatini bilmek, (8) Kâinatın yaratılmasındaki faydayı ve var oluş gayesini bilmek. (9) İlâhî emirlerin fayda ve gayesini anlamak, (10) Güzel fi".illeri yapma alışkanlığı (11) Siyaset sahasında insanlığın gücü ölçüsünde ilâhî hükümleri uygulamak, (12) Allah'ın ahlâkı ile ah I aklan m ak, ahlâkî faziletlerle donanmak, (13) Her şeyi lâyık olduğu yere, mertebeye koymak, adaletin öngördüğü şekilde harekette bulunmak, (14) İcat, fâideli bir şey meydana getirmek, (15) Ruhların sükûnete kavuşarak tatmin olması. (16) Bir nurdur ki, hakikat ile vesvesenin, hak ile bâtılın arasını ayırır, (17) Faydalı ilimdir ki, güzel amellere sebep olur...

İsterim her yerde bir hurşidi hikmet parlasın.

Her cihetten pertev ilmü fazilet parlasın...

İsterim her yerde bir hikmet güneşi parlasın.

Her yönden ilim ve fazilet ışığı parlasın.









270. Ve nafakadan her ne harcarsanız veya adaktan her ne kadar iseniz şüphe yok ki Allah Teâlâ onu bilir. Ve zalimler için yardımcılardan bir fert yoktur.

270. Bu âyeti kerime, yapılacak sadakalara ve adaklara dikkat ve riâyet edilmesinin lüzumuna işaret etmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Hak Tealâ size yapacağınız iyiliklerden dolayı mağfiret ve fazilet ihsan buyurur. (Ve nafakadan) fakirlere, münasip yerlere vereceğiniz sadakalardan az olsun çok olsun, gizlice olsun aşikâre olsun ve zekât yoluyla olsun veya nafile yolu ile olsun (her ne sarfederseniz veya) bir şarta bağlı olsun veya olmasın (adaktan her ne adarsanız şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu) o yaptığınız infakı veya adağı (bilir.) Yani: Yapacağınız infak veya adak, Allah yolunda mıdır, nefis ve heves uğrunda mıdır, iyi niyete bağlı mıdır, yoksa gösteriş için midir, gayri meşru bir gayeden dolayı mıdır, bütün bunları Cenâb-ı Hak bilmektedir. Artık ona göre hareket etmelidir. Bu yaptıklarınız Allah rızası için olmayıp da sırf hava ve hevesinizin bir eseri ise nefsinize zulmetmiş, kendinizi mükâfattan mahrum bırakmış olursunuz. (Ve zalimler için) ise (yardımcılardan) âhirette kendilerine yardımcı olacak (bir fert yoktur.) Onlar gelecekte bir dost, bir yardımcıya kavuşamayacaklardır. O halde kendileri için dünyada dost zannettikleri şeytan tabiat, aldatıcı şahıslar, yarın âhirette yardım edecek bir durumda bulunamıyacaklardır. Artık ne için böyle kimselere güvenerek gayrimes.ru hareketlerde ve harcamalarda bulunmalıdır...

§ "Nezr" Cenab'ı Hak'ka saygı için mubah olan bir fi'li üzerine almak, onun yapılmasını kendine vacip kılmaktır. Bunun türkçesi adaktır. Bu ya bir şarta bağlı olur veya olmaz. Meselâ: Nezrim olsun, rızâyı hak için bir kurban keseyim, denilse bu bir mutlak nezir olur. Fakat, filân isim görülürse Allah rızâsı, için bir kurban keseyim denilse bu şarta istenen bağlı bir nezir olur o is görülmedikçe bu kurban lâzım gelmez. Bir de nezre dilen şeyin cinsinden bizzat yapılması istenen bir farz veya vacip bulunmalıdır. Binaenaleyh nezrim olsun bir gün oruç tutayım denilse bu sahih bir nezir olur, bunu yerine getirmek lâzım gelir. Fakat, "nezrim olsun filân hastayı ziyaret edeyim" denilse bu sahih bir nezir olmaz çünkü hastalan ziyaret övülecek bir şey ise de herhalde farz ve vacip değildir.

Maamafih nezirler, dünyevî bir maksadın meydana gelmesi için yapılmamalıdır. Meselâ: Filân isim yoluna girerse bir kurban keseyim gibi nezirlerde bulunmamalıdır. Çünki yapılacak bir ibâdet, verilecek bir sadaka sırf Allah'ın rızâsı için olmalıdır. Gelişigüzel dünyevî bir menfaat için böyle bir nezirde bulunmamalıdır. Fakat bulunulmuş olursa onu da ifâ etmelidir. Fakat nezredilen sev haddizatında günah bir is olursa bu muteber olmaz. Buna riâyet edilemez. Meselâ: Nezredilen bir intihar doğru değildir. Binaenaleyh: "Şu isim olursa nefsimi hak yolunda kurban edeyim" denilse bunda yerine getirilemez. Çünki bu bir intihardır, günah bir istir, nefse zulümdür.







271. Eğer sadakaları açıkça yaparsanız o ne iyidir. Ve eğer onları gizlerseniz, ve fakirlere -öylece- verirseniz o sizin için daha hayırlıdır ve sizin günahlarınızdan bir kısmını örter. Ve Allah Teâlâ yaptıklarınızdan haberdardır.

271. Bu âyeti kerime de, sadakaların ne şjekilde verilmesini ve faidelerini göstermektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (Eğer sadakaları) zekât kabilinden olmayan yardımları (açıkça) başkalarının görecekleri şekilde (yaparsanız o ne iyidir) başkalarına da güzel bir örnek olmuş olursunuz. Elverir ki bir gösteriş H,n olmasın. (Ve eğer onları) o vereceğiniz sadakaları (gizlerseniz) başkalarına gösterip söylemezseniz (ve fakirlere) öylece, başkalarına göstermeksizin (verirseniz o) şekilde vermek (sizin için daha hayırlıdır.) Daha çok sevaba vesiledir. Çünkü bunda gösteriş Şüphesi yoktur ve bu fakirlerin bir utanma hissetmelerine, görenlere karsı çekinir bir hal almalarına sebebiyet vermiş olamaz. (Ve) böyle verilen bir sadaka (sizin günahlarınızdan bir kısmını, örter) sizin âhirette bir kısım; kusurlarınızı affa ve gizlemeye vesile olur. (Ve) şüphe yok ki, (Allah Teâlâ yaptıklarınızdan haberdardır) Gizlice yapacağınız sadakaları bilir, görür, mükâfatını verir. Bu âyeti kerime de sadakaların

gizlice verilmesine teşvik vardır. Nitekim bir hadisi şerifte de: = gizlice yapılan sadaka Cenab'ı Hak'kın gazabın

söndürür" buyrulmustur. Yani böyle bir sadaka onu verenin ilâhî affa uğramasına sebep olur. Bunun içindir ki: Bazı zatlar sadakalarını verecekleri fakirlere de açıkça vermez, kendilerini bildirmeden onlara gönderir. Kendilerine karşı fakirleri şükran borçlusu olarak bırakmak istemezler. Ancak farz olan zekâtın açık olarak verilmesi efdaldir. Çünkü bu bir farzdır, bir borçtur. Namaz gibi, ramazan orucu gibi şartlarını taşıyan her müslümana bir vazifedir. Bunda gösteriş olamaz. Zekâtın böyle açık olarak verilmesi, zekât verme durumunda olan bir müslümanı, zekâtını vermemiş olmak töhmetinden kurtarır. Onun, Allah'ın emrine yerine getirdiğini gösterir ve bu başkalarına da güzel bir örnek teşkil etmiş olur. Ibni Ab bas Hazretlerinden rivayet olunduğuna göre gizlice verilen nafile kabilinden sadakaların sevabı

açıkça verilen böyle sadakalardan yetmiş, kat fazladır. Farz olan ve açıkça verilen sadakaların, yani zekâtların sevabı ise bunların gizlice verilenlerine göre yirmi beş kat fazladır.

Kısacası: Fakirlere ve düşkünlere yapılan yardımların, iyiliklerin sevabı pek çoktur, kıymeti pek fazladır. En güzel, medenî; insanî bir hizmettir.

"Dersen olayım naili ihsanı İlâhî"

"ihsanını kat eyleme mihnet zedelerden"

"Eğer ilâhî lütfa ulaşayım dersen"

"Sıkıntıya düşenlerden yardımını kesme."









272. Onları hidâyete erdirmek senin üzerine -bir vazife- değildir. Ve lâkin Allah Teâlâ dilediğine hidâyet nasip buyurur. Ve hayırdan her neyi infak ederseniz kendi nefsiniz için etmiş olursunuz. Ve siz ancak Allah Teâlâ'nın rızâsı için harcamada bulunursunuz. Ve hayırdan her ne infak ederseniz size karşılığı ödenir ve siz zulme uğratılmıyacaksınız.

272. Bu âyeti kerime, peygamberlik vazifesine ve gayrimüslimlere de zekât kabilinden olmayan sadakaların verilebileceğine işaret etmektedir. Rivayete göre Rasûli Ekrem Efendimiz, İslâm'ın başlangıcında gayrimüslimlere sadaka verilmesini istememişti. Tâ ki onlar, ihtiyaçları sebebiyle Islâmiyeti kabul etsinler. Maamafih onlar, müslümanlara karşı cephe almış bulunuyorlar, onlara sadaka vermek, düşmana yardım etmek gibi olabilir. Fakat İslâmiyet, bir şefkat ve merhamet dini olduğundan kendine mensup olmayanlara da yardım edilmesini caiz kılmış, onun bu üstün yardım severliği birçok muhalif I erin i de mahcup ederek kendi yüce alanına çekmiştir. Bir rivayete göre de Hz. Ebu Bekir'in muhterem kızı Esma, hac için Mekke'i Mükerreme'ye gitmişti. Müşrik olan annesi gelip kendisinden yardım istemiş; o da annesine gayrimüslim olduğundan dolayı yardımdan kaçınmıştı. Bunun üzerine bu âyeti celile nazil olarak onlara da yardımın caiz olduğu bildirilmiştir. Kısacası buyuruluyor ki: Habibim! (Onları) o gayrimüslimleri (hidâyete erdirmek) bilfiil doğru yola sevketmek (senin üzerine bir vazife değildir.) Bu senin selâhiyetin haricindedir, senin vazifen irşaddır, hak ve hakikati bildirmektir. (Velâkin Allah Teâlâ dilediğine) kabiliyetli olan, cüz'î iradesini güzelce kullanan her hangi bir kuluna (hidâyet nasip buyurur) böyle hidâyet buyurmak, Cenab'ı Hak'ka mahsustur. (Ve hayırdan her neyi infak ederseniz kendi nefsiniz) in faidesi (için) infak (etmiş olursunuz.) Onun menfaati, uhrevî mükâfatı size aittir. Velevki kendilerine nafaka verdiğiniz kimseler gayrimüslim bulunsunlar. (Ve) Ey hakiki müslümanlar!.. (Siz ancak Allah Teâlâ'nın rızâsı için harcamada bulunursunuz.) Artık harcayacağınız şeylerden dolayı kimseye minnette, gösterişle bulunmayınız, ve gayrimüslimdir diye böyle bir iyilikten çekinmeyiniz, (Ve hayırdan) maldan, faideli şeylerden (her ne harcarsanız size) Allah tarafından (karşılığı ödenir.) Sevbaplara ulaşırsınız. Yani ey müminler!. Siz sırf Allah'ın rızası için harcamada bulundukça onun kat kat karşılığına erersiniz, velevki bu harcama, gayrimüslimler hakkında olsun, çünkü onlar da Allah'ın kullarıdır, onları da Cenâb-ı Hak rızıklandırıyor. Siz onlara iyilikseverliği göstermiş olursunuz. (Ve siz zulme uğratılmayacaksınız.) Her halde bu harcamanızın fâidesini göreceksiniz, bunun meyvesinden mahrum ve binaenaleyh zulme uğramış olmayacaksınızdır. Artık böyle bir iyilikten çekinmeyiniz.

Maamafih gayrimüslimlere de nafile kabilinden olan sadakaları vermek caiz ise de hallerini kimseye arzetmeyen, dâima cihada, ibâdet ve itaata devam eden ve hak'ka tevekkül edip duran bir kısım fakir müslümanlara intakta bulunulması daha çok sevaba vesile olur. Nitekim o gibi zatların halleri şöylece beyan buyuruluyor.







273. O fakirlere ki. Allah yolunda kapanmış kalmışlardı. Yer yüzünde dolaşmaya kadir olamazlar. Onları bilmeyen, istemekten çekindikleri için onları zengin kimseler s an arlar. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler ve siz hayırdan her ne infak ederseniz, şüphe yok ki Allah T e âlâ onu tamamen bilir.

273. Bu âyeti kerime, "Suffe" ashabı denilen zatların vasıfları ve o gibi zatlara verilecek sadakaların övülmesi hakkındadır. Şöyle ki: Peygamber zamanında Medine'i Münevvereye hicret etmiş olan dört yüz zat vardı. Bunların evleri, servetleri, aşiretleri yok idi. Bu mübarek zatlar, Mescidi Nebevide "Suffe" denilen belirli bir yerde eyleşiyorlardı. Bu cihetle bunlara "Ashabı Suffe" denilmiştir. Bu zatlar nefislerini cihad için hapsetmiş, bütün seriyyelerde bulun muşlardı. Vakitlerini ibâdete, dinî hükümleri öğrenmeye hasreylemiş bulunuyorlardı. İşte bu zatların vasıfları şöylece beyan buyuruluyor: Ey müminler!. Vereceğiniz sadakaları asıl (o fakirlere) o suffe ashabına veriniz (ki) onlar (Allah yolunda) cihad uğrunda, ibâdet ve itaat hususunda nefislerini hapsetmiş (kapanmış kalmışlardır). Ticaret için, nafakalarını tedarik için (yer yüzünde dolaşmaya kadir olamazlar.) Onların oraya buraya koşmalarına dinî meşguliyetleri veya kudretsiz durumda olmaları müsaade etmemektedir. (Onları bilmeyen) onların hallerine vâkıf olmayan bir şahıs (istemekten) ihtiyaçlarını arzederek ondan bundan bir şey dilenmekten (çekindikleri) böyle bir şeye tenezzül etmeyip hallerine kanaat ettikleri (için onları zengin kimseler sanarlar.) Fakat ey muhat ab!. (Sen) dikkat edince (onları yüzlerinden) ne kadar iffetli, kanaatkar, ihtiyaçsız zatlar olduğunu (tanırsın.) Bir takım alâmetlerden dolayı onların o yüksek hallerini anlarsınız. (Onlar) ne kadar ihtiyaç içinde bulunsalar da yine (İnsanlardan yüzsüzlükle bir şey istemezler.) Onlar asla dilencilikte bulunmazlar. (Ve) Ey müslümanlar!. (Siz hayırdan) maldan ne harcarsanız, insanlık âlemine maddî ve manevî ne gibi yardımlarda bulunursanız (her ne infak ederseniz, şüphe yok ki Allah Teâlâ onu tamamen bilir.) Onun mükâfatını ihsan buyurur. Artık böyle neticesi sadece hayır olan fedakârlıklardan çekinmeyiniz, elden gelen hayır ve yardımlara çalışınız. Halleri ve sırları bilen Yüce Allah'ımızın sonsuz l üt utlarına aday olunuz.







274. Onlar ki, mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâre olarak infak ederler, artık onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Ve onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

274. Bu âyeti kerime, harcamanın en mükemmel şeklini göstermekte, böyle bir harcamada bulunacakların ulaşacakları mükâfatları beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlar ki) Cenâb-ı Hak'kın o mü'min, fedakâr kulları ki (mallarını) meşru şekilde sahip oldukları, servetlerini (gece ve gündüz, gizli ve aşikâre) yani her vakit, her lüzum görüldükçe Allah'ın rızâsına uygun (olarak infak ederler.) Pek büyük sevap kazanmış olurlar. (Artık onlar için Rableri yanında mükâfatları vardır) onlar bu mükâfatları dünyada da, ahirette de görürler. (Ve onlara bir korku yoktur) Geleceğe ait bir keder takdir edilmiş değildir. (Ve onlar mahzül da olmayacaklardır.) Kendilerine ait sevilen, ve arzu edilen bir nimetin elden çıkması ile üzülmeyeceklerdir. Ne büyük bir mükâfat!.

§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında birçok rivayetler vardır. Kısaca deniliyor ki: Hz. Ebu Bekir Radiyallahü anhın kırk bin dirhemi varmış, bunun on bin dirhemini gece, on bin dirhemini gündüz, on binini gizli, on binini de açıkça tasadduk etmiş, bunun üzerine bu âyeti celile nazil olmuştur.

Diğer bir rivayete göre de Hz. Ali Radiyallahü tealâ anhın dört dirhemi varmış bunun bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizlice, bir dirhemini di açıkça infakta bulunmuş. Rasüli Ekrem Sallallahu tealâ Aleyhi Vesellem Efendimiz, Ye Ali! Seni bu infaka ne sevk etti diye sormuş. O da: Rabbimin vadettiğine lâyık olma! için infak ettim demi;. Peygamber Efendimiz de: Lekezalik = o vadedilen mükâfat, senin içindir, buyurmuş,, bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur.

Üçüncü bir rivayete göre de bu âyeti kerime, cihad için atlar besleyen zâtla hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar bu atlara gece ve gündüz, gizli ve açık olara! yem verir ve onları besler dururlar. Binaenaleyh İslâm yurdunun müdafaası için tedarik edilecek harp vasıtaları için, meselâ, toplar, tüfekler, tayyareler için yapılan yardımlarda böyle pek makbul birer sadaka mahiyetinde bulunmaktadır. Kısacası Allah rızası için yapılacak bu gibi yardımların sahipleri ilâhî korumaya ulaşmış, hüzün ve kederden korku ve endişeden kurtulmuş olacaklardır. Bu âyeti kerime bunu müjdelemektedir Şunu da ilâve edelim ki: Böyle bir infakta bulunmuş olmak için bütün malları verip te hayatın devamı için gerekli olan miktarından da mahrum kalmak lâzım gelmez. Çünkü bütün bütün eli boş kalıp da başkalarına muhtaç bir hale

düşmek caiz değildir. = Eli sıkı olma; büsbütün el açık da olmaz.

(Isra 17/29) âyeti kerimesi de bunu göstermektedir. Zaten bir in şanın kendi nefsine ve kendi ailesinin fertlerine meşru surette kazanıp sarfedeceği bi mal da bu infak cümlesindendir. O halde bir zat bu gibi zorunlu ihtiyaçlarına tekabül edecek malından fazlasını diğer fakir ve düşkünlere ve cihadın gereklerine sarf etti mi bütün servetini Allah rızâsı için sarfetmiş sayılır, ona göre mükâfata aday olur.

"Bu âyeti celile, İslâm milletine lâyık olan sosyal bir yardımlaşmanın Allah katınd; ne kadar makbul olduğunu pek açık bir şekilde gösteriyor. Evet!. Güzel bir dinî terbi yeye sahip olan bir zat, bütün insaniyete karşı, özellikle kendi muhitine, kendi dindaşlarına karşı pek fedakâr bulunur, kendi servetinden sırf Allah rızâsı için başkalarını da yararlandırmaya çalışır, onlara gece ve gündüz dem iye re k her lüzum görüldükçe gizli ve açık şekilde yardım eder, bunu bir dinî vazife bilir. Bunu bir minnete, bir şöhret hevesine dayalı olmaksızın tam bir nezaketle yapar. Artık böyle ahlâkî bir terbiye, böyle yüce bir his, bir milletin fertleri arasında yayılırsa, her fer elinden geldiği kadar başkalarının imdadına koşarsa artık o millet arasında sefaletten birbirinin hukukuna tecavüzden bir eser görülebilir mi? Aralarında en güzel bir dayanışma, en takdire lâyık bir milli birlik oluşmaz mı?

Maamafih böyle bir harcamanın büyük mükâfatını düşünüp tasdik eden bir zat kendisinin de böyle bir mükâfata kavuşabilmesi için iş sahasına daha fazla atılır, daha fazla servet sahibi olmasını ister ki, kendisi de fakir ve düşkünlere yardım ederek böyle büyük bir nîmete, bir ebedî, uhrevî saadete ulaşsın. Bunun neticesinde de milletin iktisadî hayatı daha fazla gelişme göstermiş olur.

Fakat böyle yüksek bir duygudan, böyle temiz bir inançtan mahrum olan kimseler ise yalnız kendi maddî menfaatlerini düşünürler, fırsat buldukça başkalarının mallarını da birer suretle ellerinden kapıp almak isterler, kendi servetleri ne kadar fazla olursa olsun yine doymazlar, hırslı bir halde hareket ederler. Başkalarının sefaletlerine acımaz, onların ihtiyaçlarını Allah rızâsı için gidermek istemezler. Belki onların ihtiyaçlarından istifade ederek kendileri için daimî bir gelir kaynağı temin etmek ister dururlar. Böyle bir hal ise hikmete, fazîlete insaniyete muhalif değil midir? İşte ribâ âyetleri, bizleri bu gibi aşağılık ihtiraslardan men etmekte ve sakin d.ırmaktadır.









275. O kimseler ki, faizi yerler, onlar kalkamazlar, ancak şeytanın çarpmış olduğu, delirmiş bir şahıs gibi kalkarlar. Bu ise onların alış veriş muamelesi tıpkı ribâ gibidir, demeleri sebebiyledir. Halbuki, Allah Teâlâ alım satımı helâl, ribayı ise haram kılmıştır. İmdi her kim ki, kendisine Rabbinden bir öğüt gelir de ribaya nihayet verirse, evvelce aldığı kendisinedir ve onu hükmü Allah Teâlâ'yadır. Ve her kim tekrar ribaya dönerse işte onlar cehennem ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.

275. Bu âyeti kerime, müslümanları ribadan, faizden men etmek için nazil olmuş, bunun ne korkunç felâketlere sebep olacağını en açık bir şekilde göstermiştir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (O kimseler ki ribâ yerler) yani ribâ denilen muameleyi yapar, faiz alır, ondan istifade etmek isterler (onlar) mezarlarından (kalkamazlar.) Mahşere aklî dengelerini muhafaza etmiş bir şekilde varamazlar. (Ancak şeytanın çarpmış) cinlerin hücumuna uğramış (olduğu delirmiş) cinnet haline düşmüş (bir şahıs gibi kalkarlar.) Böyle bir felâkete uğrarlar. (Bu ise) böyle bir kötü âkibet ise (onların) bey'i (alış veriş muamelesi tıpkı ribâ) faiz gibidir, (demeleri sebebiyledir.) Böyle bir iddia nasıl doğru olabilir?. (Halbuki, Allah Teâlâ alım satımı) şartları içerisinde (helâl) kılmıştır. (Ribayı ise) ribanın en mühim kısmı olan faizi ise (haram kılmıştır.) Artık bunlar nasıl birbirinin aynı olabilir?. (İmdi her kim ki, kendisine Rabbinden bir öğüt gelir) yâni ribanın, faizin haram kılındığına dair bir dinî emir, bir ilâhî hüküm, bir dinî öğüt bildirilmiş ve açıklanmış olur (da ribaya) faiz almaya (nihayet verirse evvelce) bu ilâhî yasaktan önce (aldığı) faiz (kendisinedir.) Bunu iade etmesi icap etmez. (Ve onun hükmü Hak Tealâ'ya aittir.) Bu ilâhî emre uyarak o faizin alınmasına nihayet verirse Allah'ın affına ve lütfuna mazhar olur, onun vazifesi Allah Teâlâ'nın emir ve yasağına uymaktır. (Ve her kim) bu ilâhî emre muhalefet ederek (tekrar ribaya döner) faiz alır (sa) onun akıbeti pek korkunçtur. Böyle ribayı helâl görenler yok mu (işte onlar cehennem ehlidirler.) Böyle haramı helâl sayanlar, sabit bir hakikati inkâra cür'et gösterenler yok mu (onlar orada) o azab ateşi içinde (ebedî) olarak (kalacaklardır,) Aman Yarabbü. Ne büyük felâket!.

§ Ribanın mahiyeti: Ribâ lügatte ziyadelenmek, fazlalanmak demektir. Faiz denilen muamelenin ismi olmuştur. Maamafih ribâ tabiri şeriat lisanında faizden daha umumidir, şöyle ki, alış verişte akdi yapanlardan birine verilmesi şart olup karşılıktan hâli bulunan fazla miktarıdır. On miskal altını on bir miskal altın karşılığında satmak gibi. Ribâ, altın ve gümüş gibi tartılan, buğday, arpa, hurma, tuz, kuru üzüm gibi ölçülen maddelerde cereyan eder. Ribâ, iki nevidir. Birisi "ribayı fazıFdır ki, tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsleri karşılığında peşin olarak fazlasıyle satılması halinde meydana gelir. Meselâ: Bir altın veya gümüş veyahut bir miktar buğday kendi cinsiyle derhal değiştirilecek olsa bakılır: Eğer miktarları eşit ise bu caizdir. Fakat birinin miktarı biraz fazla ise bu değiştirme caiz olmaz. Meselâ, on kile buğday on bir kile buğday ile değiştirilecek olsa bu helâl olmaz. Velevki, bunların bir kısmı kaliteli, bir kısmı da kalitesiz olsun. Çünkü asıl itibar cinsiyete ve miktaradır. Ribanın ikinci nevi ise "ribayı nesie"dir. Bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri karşılığında veresiye olarak değiştirmektir. Velev ki miktarları eşit olsun, bu da haramdır. Meselâ: On dirhem gümüş, yine on dirhem gümüş karşılığında veya bir kile buğday yine bilahara verilecek bir kile buğday karşılığında veresiye olarak satılamaz. Bu ribâ, yalnız altın ve gümüş gibi misliyatta, aralarında aşın fiyat farkı olmayan benzer maddelerde buğday v arpa gibi ölçülen şeylerde ve yumurta, ceviz gibi taneler arasında kıymetlerini değiştirecek bir fark bulunmayan sayılabilen maddeler de cereyan eder. Bunları, cinsleri, miktarları eşit ise de veresiye olanı peşin olanına denk olamaz. Bu bir riba muamelesidir. Bunlar kendi cinslerinin dışındaki şeyle alınıp satılabilirler.

§ İstikraz meselesine gelince: Bu da borç alıp vermek muamelesidir ki: Yalnız altın ve gümüş gibi misliyatta, buğday arpa gibi ölçülen maddelerde yumurta, ceviz gibi taneleri arasında kıymetlerini değiştirecek derecede farklılık bulunmayan sayılabilen şeylerde cereyan eder. Hayvanlarda ve mensucat gibi kıymetli mallarda yani çarşı ve pazarda misli bulunmayan yahut bulunsa da fiyat bakımından farklı olan mallarda cereyan etmez.

Öyle borç alınıp verilmesi caiz olan şeyler: Bir fazlalığa tâbi olmaksızın, bilâhan yalnız aynı miktar alınmak üzere borç verilir ve alınır. Buna "karzı hasen" denir. Bir sene müddetle on lira borç verilip sonra yine on lira alınmak gibi, fakat fazla bir şey şart edilmiş olursa meselâ: On lira yerine bilahara on bir lira verilmek şart koşulmuş olursa bu bir faiz meselesi olur ki, bu da ribâ hükmündedir. Bunun haramlığı hakkında da ittifak vardır. Bunun zararlarına kıyasla düşünülen faideleri hiç hükmündedir.







276. Allah Teâlâ ribayı mahveder, sadakaları ise artırır ve Allah Teâlâ, nîmete karşı çok nankörlük eden günahkârları sevmez...

276. Bu âyeti kerime genel anlamda ribâların faidesiz kalacağını, sadakaların ise bir çok faidelere sebep olacağını gösteriyor, bunun aksini söylemenin büyük bir günah olacağına işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ ribayı) faizi (mahveder) bereketini giderir. (Sadakaları ise artırır.) Onların sevabını kat kat kılar, sahiplerine nice nimetler ihsan buyurur. (Ve Allah Teâlâ, nîmete karşı çok nankörlük eden) ribayı helâl görmek gibi bir takım haramları helâl saymada ısrar eden (günahkarları) yasakları işlemeye devam edip duranları (sevmez.) Öyle kimseler, Allah'ın sevgisine ulaşamaz, selâmet ve saadete erişemezler. Böyle yüce gayelere ulaşmak için öyle yasaklardan kaçınmak, namaz gibi, zekât gibi ilâhî emirlere boyun eğmek lâzımdır.







277. O kimseler ki imân ettiler ve iyi amellerde bulundular ve namazlarını doğruca kıldılar, zekâtlarını da verdiler, işte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır ve onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

277. Bu âyeti kerime, yukardaki tehdidin ardından büyük bir ilâhî müjdeyi içermektedir. Ve böyle büyük bir müjdeyi kapsadığından mükerrer olarak nazil olmuştur. Evet... Şöyle buyruluyor: (O kimseler ki,) Allah Teâlâ (ya onun resulüne) ve onun bütün dinî hükümlerine (imân ettiler) bununla beraber (iyi amellerde) ibadet ve itaatte (bulundular ve) özellikle kendilerine farz olan (namazlarını doğruca) şartlarına ve usullerine riayet ederek (kıldılar.) Mükellef oldukları (zekâtlarını da) onu hak eden fakirlere (verdiler.) Onun bunun malını birer bahane ile meselâ faiz suretiyle almak değil, kendi öz mallarının bir kısmını bile fakir dindaşlarına vermek fedakârlığında bulundular (İşte onlar için) böyle Allah rızası için güzel amellerde bulunanlar için kerem ve merhamet sahibi olan (rableri katında) dünya ve âh i ret e ait (mükâfatları vardır.) Bu yüzden ne büyük nimetler ve lütuflar elde edeceklerdir. (Ve onlar için) dünyada ve âhirette (hiç bir korku yoktur.) Gelecekte hoşlanmayacakları bir şey ile karşılaşmayacaklardır. (Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.) Her sevdikleri güzel, meşru şeylere kavuşacaklardır, onların kaybı ile hüzünlü ve kederli olmayacaklardır. Ne büyük bir ilâhî müjde!.











278. Ey imân edenler! Allah Teâlâ'dan korkunuz, ribadan geri kalanı terkediniz, eğer siz mü'min kimseler iseniz.

278. Bu âyeti kerime, hakikî mü'minlerin Allah Teâlâ'dan korkarak onun emirlerine, yasaklarına itaat edip boyun eğeceklerini gösteriyor. Şöyle ki: (Ey imân edenler) ey İslâm ile şereflenenler (Allah Teâlâ'dan korkunuz) onun kudret ve yüceliğini, yaratıcılığını ve kendisine ibâdet edilmeğe lâyık olduğunu düşünerek kalben titreyiniz, onun emirlerine muhalefetin ne kadar cezaları celbedeceğini tefekküre dalarak ruhunuzu uyandırınız. Bu cümleden olmak üzere (ribadan gerî kalanı terkediniz.) Vaktiyle borç vermiş olduğunuz şeylerden dolayı faiz nâmına ve alacağınız kalmış ise artık bu ilâhî emrin gelmesinden sonra borçlulardan atmayınız, onları bırakınız. (Eğer siz) hakikaten (mü'min) Allah'ın emrine itaat eden (kimseler iseniz.) Allah Teâlâ'dan korkan, ciddî surette mü'min bulunan bir kula lâzım olan böyle yapmaktır.









279. Eğer böyle yapmazsanız Allah Teâlâ ile Rasûli tarafından bir harb malûmunuz olsun, ve eğer tövbe ederseniz sizin için ana sermayeniz vardır. Ne zulüm edersiniz ne de zulme uğrarsınız.

279. Bu âyeti kerime de ribadan kaçınmayanlar hakkında en büyük tehdidi içermektedir. Şöyle ki: Ey müminler!. (Eğer böyle yapmazsanız) yani Allah Teâlâ'dan korkup faizden alacağınızın kalanını borçlulara terketmezseniz (Allah Teâlâ ile Rasûli tarafından bir harb malûmunuz olsun.) Siz Cenab'ı Hak'ka ve onun Resulüne isyan etmiş, onların emirlerine muhalefette bulunmuş, bu cihetle mahv olmayı ve cezalandırılmayı hak etmiş olursunuz. Hakkınızda şer'î cezaların uygulanması gerekir. (Ve eğer) ribanın haramlığını bilip onu terkeder ve evvelce yapmış olduğunuz bir ödüncün kalan faizini borçluya bırakıp almaz da bundan dolayı (tövbe ederseniz) kendinizi cezadan kurtarmış olursunuz. Bu halde (sizin için ana malınız vardır.) Borçludan ancak bunu alabilirsiniz. Artık siz (ne zulm edersiniz) ne başkasının malını tam bir karşılığı olmadığı halde almış bulunursunuz. (Ne de zulme uğrarsınız) ana paranızı alacağınız cihetle zulme de uğramış olmazsınız. Adalet ve eşitliğe bu suretle uyulmuş olur. Ibni Abbas Hazretleriden rivayet olunduğuna göre en son nazil olan, riba ayetidir. Evvelce A-li Imran süresindeki âyeti kerimesi nazil olmuş ve ondan sonra mutlak olarak ribanın haram olduğunu bildiren âyeti celile nazil olmuştur ki, Mekke-i Mükerreme'nin fethi zamanına

tesadüf etmektedir. Bu sıralarda idi ki = Bugün sizin için dininizi tamamladım... (Maide, 5/5.) âyeti kerimesi de nazil olmuş İslâm dininin mükemmellikte doruk noktaya ulaştığı bildirilmişti. İşte ribanın büsbütün yasaklanması da böyle bir mükemmelliğin neticesi olmuştur.

Bütün tefsirlerde açıklandığı üzere: âyetindeki kaydı, -bilimsel ifadesiyle- bir kaydi ihtirâzî

kaydî vukuîdir (Yani ilerisi için düşünülen bir kayıt olmayıp bizatihi olayın yapıldığını gösteren bir kayıttır.) Cahiliye zamanında ekseriyetle uygulanan ribanın uygulanış tarzını ifade etmektedir. Şöyle ki: Bir kimse bir şahsa meselâ bir sene müddetle yüz lira borç verir, on lira da faiz kordu, müddeti sonunda bu para verilmedi mi, tekrar bir sene daha müddet verir ve o faiz ile yüz liraya tekrar o oranda bir faiz tâyin ederdi. Böyle seneler geçtikçe borcun ve faizin miktarı kat kat olurdu. İşte böyle bir durum yükselen bir faizden müslümanlar men edilmiş, bunun insanlık şianna muhalif olduğuna işaret edilmiştir. Sonra mutlak olarak ribanın

haramlığı = Tevbe ederseniz ana malınız sizindir (Bakara, 2/279 Allah alış verişi helâl kıldı. Faizi haram kıldı... (Bakara, 2/275) gibi âyeti kerime ile kat'î surette açıklanmıştır. Maamafih az görülen bir takım faizlerde müddetlerinin uzaması ve peş peşe gelmesi neticesinde kat kat artacağından onlar da kat kat artan faiz mahiyetini almaktadır. Binaenaleyh böyle bir muamele bir çok hikmet ve faydadan dolayı kat'î surette yasaklanmış bulunmaktadır.

§ Ribanın yasaklanmasındaki hikmetler:

1-Evvelâ: Şunu arzedelim ki, dinen yasaklanan bir şeyin faideden büsbütün uzak olması lazım gelmez. Fakat zararı faidesinden fazla olduğu için yasaklanmış olur.



Nitekim şarabın. Kumarın yasaklanması hakkındaki ayeti kerime bunu ifade etmektedir. İşte riba da böyledir. Bir miktar para faiz sebebiyle artar, sahibi için bir gelir kaynağı olabilir. Ondan başkalarıda istifade ederek iktisat sahasında bir kalkınma meydana gelebilir. Fakat bö'ğle az çok ribanın caiz görülmesi durumunda ortaya çıkan ahlaki, içtimai, iktisadi sakıncalar daha mühim olduğundan onun düşünülen o cüz'i menfaatleri bu uğurda feda edilmiştir.

2- Riba muamelesi, birçok kimselerin iktisadi faliyetlerini azaltır. Faiz ile geçimlerini temin etmek isterler. I; alanına atılmazlar. Böyle riba yolu ile elde edecekleri bir paraya itimat ederek ticaretle ve sair faideli işlerle uğraşmaya nihayet vermiş olurlar Böyle bir hareket ise ferdî ve içtimaî bir zarardır.

3 - Ribâ muamelesi, birçok kimseleri de ağır bir yük altında bırakır. Borç aldıkları paraları lüzumsuz yere sarfederler, tekrar ihtiyaçlar içinde kalırlar, karşılığında bir şey kazanamadıkları halde bu yüzden bir çok şeyleri, meselâ: Rehin bıraktıkları evleri de ellerinden çıkar. Onların telâfisi mümkün olamaz.

4 - Ribâ muamelesi, sosyal yardım vazifesine aykırıdır, İslâm milleti arasında bir sevginin, bir dayanışma ve yardımlaşma muamelesinin cereyanı büyük bir vazifedir Faiz meselesi ise çok kere bu vazifenin ortadan kalkmasına sebebiyet verir. Bu açıdan da genel olarak ribanın haram kılınması, içtimaî faziletlere kefil olan dinî hikmetin icaplarından kabul edilmiştir. Borç alan bir kimse, her halde ihtiyaç içinde bulunmak tadır artık böyle muhtaç bir kimseden bilahara fazla bir şey almak insanlığa aykırı görülmez mi?

5 - Ribâ muamelesi, çok kere borçlunun huzurunu bozar, faiz vermek endişesiyle üzülür durur. Bazanda alacaklıya karşı gücenmesine yol açar, aralarında eski güven ve sevgi kesintiye uğrar. Binaenaleyh kat'î olarak lüzum görülmedikçe "karzi hasen suretiyle de olsa borç bir şey almamalıdır. Fakat muhtaç olanlara "karzı hasen" suretiyle yardımda bulunmak, vakti ve durumu yerinde olanlar için güzel bir vazifedir. Bu yardım fakirlere sadaka vermekten daha ziyâde sevaba vesîle olabilir. Çünkî borç alan kimsenin her halde bir ihtiyacı vardır. Halbuki bazen fakir zannedilerek kendisine sadaka verilen bir şahıs, haddizatında fakir olmayıp sadakaya ihtiyacı olmayabilir. Böyle bir kimsenin kendisini fakir gösterip sadaka alması ise insanlığa aykırıdır; nîmete kars nankörlüğü ve uhrevî mesuliyeti gerektirmektedir.

6 - Ribâ muamelesinin caiz görülmesi, fakirlerin aleyhine olarak zenginlere büyüt bir selâhiyet vermektir ki, bu da adalete, fakir ve düşkünlere yardım vazifesine aykırıdır. Halbuki, İslâm dini, bir merhamet ve insanlık dinidir, fakirlerin yardımın; koşulmasını emretmektedir. İşte zekât meselesi ve borcun borçluya bağışlanması da bu İslâm merhametinin güzel bir görüntüsüdür.

Burada hatıra gelen bir mesele vardır. Şöyle ki: Bir zat, elindeki malları faiz almak suretiyle artıramadığı halde bunların her sene zekatını verirse bunları büsbütün elinden çıkarmış olmaz mı? Evet! Bu bir iktisadi görüşle doğru görülebilir. Fakat daha iyi düşünülürse bir miktar servetin senede kırkta birini vermekle o servet hali üzere kaldığı takdirde ancak kırk senenin sonunda elden çıkmış olacaktır. Halbuki bu müddet içinde o servetin meşru surette artması için bir çok iktisadi yollar bulunabilir. Bir ticaret şirketine ortak olmak gibi.

1 - Riba meselesi, dinen yasak olduğu gibi emniyeti, itimadı, meşru ticaret muamelelerini bozacak ahlak dışı hallerde hukuken haram bulunmuştur. İslam dininin feyzinden yararlanan bir millet için yalnız riba hususunda değil bütün içtimai , iktisadi, ahlaki hususlar da Islâmiyetin uyarı ve irşadlarına riâyet etmek gerekir. Bu hususlara riayet edecek bir sosyal toplum arasında ise paranın meşru şekilde artırılması için bir çok çareler bulunabilir. Meselâ: Elde bulunan bir miktar para meşru bir ticaret şirketinde sermaye olarak kullanılabilir. Bundan alınacak kâr, hissedarlar arasında belirli bir oran dahilinde dağıtılabilir. Böyle bir kâr, ise ribâ yolu ile alınacak bir kardan elbette daha fazla ve daha bereketlidir. Gerçekten bugün; bir sosyal toplum, bir iktisadî müessese, bu hususları gözetici olmayabilir. Fakat böyle bir topluluğun, bir müessesenin bu esaslara riayet etmemesi düşüncesiyle yüce gayelere yönelik olan kutsi hükümler, hikmet dairesinden çıkarılmış bulunamaz. Diğer bir ifâde ile kutsî hükümler, bir sosyal toplumun, bir müessesenin keyfî eğilimlerine ve muamelelerine değil, belki o kurul, o müessesenin o yüce hükümlere tâbi olması, ona göre hayatını tanzim etmesi icabeder. Aksi takdirde ortaya çıkacak faydasız sonuçların mesuliyeti o kutsal hükümlere değil, o topluma, o müesseseye ait olur.

B - Ribâ muamelesi hususunda şunu da düşünmelidir ki, dinimizin kutsî hükümleri tam bir adalet, ihsan ve eşitlik üzerine kurulmuştur. Binaenaleyh alınacak borç. paradan istifade etmek çok kere kesin olmayıp düşünce ve hele ihtimal dâiresi içerisinde bulunduğu halde, karşılığında verilecek faiz muhakkak olduğundan, böyle hayalî ve muhtemel bir şey karşılığında muhakkak bir şeyin verilmesini zorunlu görmekle Islâmiyetin her vesîle ile hedef kabul ettiği adalet, ihsan ve eşitlik prensibine muhalefet edilmiş olur.

t -Ribâ muamelesinin haram olmasında yine bir çok hikmetler olabilir. Biz bunların hepsini idrak edemeyiz. Fakat biliriz ki, Cenâb-ı Hak, bilici ve hikmet sahibidir. Her neyi emretmiş ve yasaklamış ise onun mutlaka bir hikmeti vardır, velevki, biz o hikmeti idrâk etmiyehm. Bizim vazifemiz, o ilâhî emir ve yasağa riâyet etmektir. Bizim itaatkâr birer kul olduğumuz bu suretle ortaya çıkar, biz bu sayede sevap ve mükâfata ulaşırız. Artık öyle bir hikmetin bizce meçhul olması da, bir hikmet olmuş olmuyor mu?

§ "Şu da malumdur ki, bir çok kimseler, maneviyatı, dinî hükümleri hikmetleri lâyıkiyle takdir edemezler. Gözleri her işin Görünen tarafına çevrilmiş bulunur, maddî artış yerine meşru olan bir satış suretiyle bir faide temin edilmiş olur. Buna: "Hile'i şer'iye" denilmiştir ki, dinî bir çare, bir kurtuluş vesilesi demektir.

Malumdur ki, bir akit çeşidi ile caiz olmayan bir muamele, diğer bir suretiyle yapılacak bir akit vesilesiyle caiz olabilir. Bunun örnekleri mevcuttur. Hattâ bu şekilde muamele yapanlar ribadan kaçınmış olacakları için İmam Yusuf a göre sevap da almış olurlar. Evet! Bunlar "karzı hasene" bağlı olmak üzere usulü dairesinde meşru bir satış muamelesi yapıyorlar. Aslında borç mes'elesi bulunmadığı halde de bir kimse başkasının bir malını kendi rızasıyle gerçek kıymetinden fazla bir bedel ile satın alabilir. Bu suretle o malın sahibine bir iyilikte bulunmak isteyebilir. Bu, meşru, insanî bir muameledir. Velhâsıl: Bunlar, karzı hasene bağlı olmak üzere usulü dairesinde meşru bir satış akdediyorlar, bu sayede kendilerini faizden koruyarak muamelelerine meşru bir şekil veriyorlar ve bu yolla faizden kurtulup affa uğrayacaklarını ümit ediyorlar. Maamafih bu tarzdaki bir satış muamelesi, imami Muhammed'e göre güzel bir yol değildir. Bundan da kaçınmak, ihtiyata daha uygundur. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

Şunu da ilâve edelim ki: Ribâ muamelesi, pek fazla sorumluluk gerektirir. Binaenaleyh ribâ olduğu açıkça bilinen şeylerden kaçınmak bir vazife olduğu gibi, kendisinde ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak da lâzımdır, bir ihtiyat icabıdır. Nitekim bu hususta bir çok hadisi şerif vardır. Yasak bir bölgeye girmek değil, onun civarına da yaklaşmamalıdır ki içine düşmek ihtimali bulunmasın. Mutlu bir hatıraya iâhip olmak mümkün olsun. Fâni bir varlık için ebedî hayatı tehlikeye düşürmek, akıl kırı mıdır? Artık pek ihtiyatlı hareket etmek, gerekmektedir...







280. ve eğer yoksul ise o halde genişlik zamanına kadar beklemelidir. Ve eğer bağışlar iseniz sizin için hayırlıdır. Eğer bilirseniz.

280. Bu âyeti kerime borçlular hakkında gösterilecek en insanî bir vazifeyi bizlere beyan buyuruyor. Şöyle ki: Borçlu olan kimse, borcunu muayyen olan müddetle ödemelidir. Yapılan sözleşmelere riayet lâzımdır. (Ve eğer) borcunu böyle vaktinde ödemeye hali müsait olmayıp (yoksul) bir durumda bulunur (ise o halde* onun (genişlik zamanına) borcunu verebilecek bir şeye sahip olduğu vakta (kadar) mühlet vermeli (intizar etmelidir.) Bu bir içtimaî yardımdır, sevaba vesiledir. (Ve eğer) o alacağınızı o zavallı borçluya (bağışlarsanız) bu bağışlama (sizin için hayırlıdır) ona mühlet vermekten daha iyidir, daha çok sevaba vesiledir. O biçare borçluyu üzüntüden kurtarmış olursunuz. (Eğer bilir iseniz) böyle bir bağışlamanın mühlet verekten daha hayırlı olduğunu bilir, takdir ederseniz öyle yapınız, büyük bir insaniyet gösteriniz, sevaba, uhrevî mükâfata fazlasiyle nail olunuz.







281 günden korkunuz ki, o günde Allah Teâlâ'ya döndürüleceksinizdir. Sonra herkese kazanmış olduğu tamamen verilecektir. Ve onlara zulmedilmeyecekti

281. Bu âyeti celile de insanlığı uyanıklığa ve âhiret hayatını temine davet etmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar! dünyevî işlerinizi, alış verişlerinizi meş'ru bir şekilde yapınız. (Ve o) âhiret (gününden) kıyamet gününden (korkunuz ki, o günde Allah Teâlâ'ya) onun yüce mahkemesinde onun manevî huzuruna (döndürüleceksinizdir.) Orada muhasebeniz yapılacaktır. (Sonra herkese) dünyada iken (kazanmış olduğu) iyi veya kötü amellerinin mükâfat ve cezası (tamamen verilecektir.) Haklarında ilâhî adalet tecelli edecektir. (Ve onlara zulm edilmeyecektir.) Güzel amelleri noksanlaştırılmayıp çirkin amelleri de artırılmayacaktır. Ebedî azaba uğrayacaklar da kendilerinin dünyadaki kötü amellerinin, devamına kararlı oldukları çirkin itikatlarının cezasına uğramış olacaklardır. Fakat Cenâb-ı Hak mü'min kullarına güzel amellerinin kat kat üstünde sevaplar ihsan buyuracaktır ki, bu da sırf O'nun ilâhî bir lütfudur. Artık insanlar daha dünyada iken güzel itikafta, güzel amelde bulunmalı, âhiret hayatını daima gözü önünde tutmalı, orası için hazırlıklı bulunmaya çalışmalıdır.

§ Ibni Abbas radiyallahü tealâ anhdan rivayet olunduğuna göre bu âyeti kerime, en son nazil olan bir âyeti cehledir. Veda haccı esnasında Rasûli Ekrem hazretleri Arafatta vakfede iken = Bugün sizin için dininizi tamamladım. Maide 5/51) âyeti kerimesi nazil olmuş; Hz. Peygamber'

peygamberlik vazifesinin tamamlanmış olup âhirete teşrif edeceklerine işaret olunmuştu. Sonra da âyeti celilesi nazil olmuş, bundan

sonra peygamber efendimiz yirmi bir gün veya seksen bir gün, veya yedi gün ve diğer bir rivayete göre de üç saat kadar yaşamış, sonra âhiret âlemine teşrif etmiştir. Sallallahü tealâ aleyhi vesellem..









282. Ey müminler!. Belirli bir vakte kadar bir borç ile borçlandığınız zaman onu yazınız ve bir kâtip, onu aranızda adilce bir şekilde yazıversin. Ve Kâtip Cenâb-ı Hak'kın ona öğretmiş olduğu gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Ve hak kendi üzerinde bulunan kimse, yazdırsın. Ve rabbi olan Allah Teâlâ'dan korkusundan ondan bir şey eksiltmesin. Ve şayet borçlu şahıs, aklı ermez veya zayıf veya doğruca yazdıramayacak durumda bulunursa onun velisi adalet üzere yazdırıversin. Ve sizin erkeklerînizden iki kişiyi de şahit tutunuz. Ve o iki şahit erkek olmazsa şahitliklerine razı olacağınız kimselerden bir erkek ile iki kadını -şahit tutunuz-. Bu iki kadından biri unutacak olursa ona diğeri hatırlatsın. Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar. Siz de az olsun, çok olsun onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyiniz. Böyle yapmanız. Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha kuvvetlidir. Ve şüpheye düşmemeniz için daha yakın bir sebebtir. Meğer ki aranızda hemen devredeceğiniz hazır bir ticaret muamelesi olsun. O halde bunu yazdırmadığınızdan dolayı sizlere bir günah yoktur. Ve alım satım yaptığınız vakit d e de şahit tutunuz. Kâtip de, şahit de zararlandırılmasın. Ve eğer yaparsanız, şüphe yok ki bu sizin için bir kötülüktür. Ve Allah Teâlâ'dan korkunuz. Ve Yüce Allah sizlere öğretiyor. Ve Yüce Allah herşeyi hakkıyla bilir.

282. Bu âyeti kerime, meş'ru şekilde yapılacak borçlar ve ticarî muameleler hakkında riayet edilecek usulü ve âdil Katip ile şahitler hakkındaki lâzım gelen vazifeleri bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey mü'minler) aranızda (belirli bir vakte kadar bir borç ile borçlandığınız) meselâ: ödünç alıp verdiğiniz, veya "selem" yoluyla yani peşin para ile veresiye mal sattığınız (zaman onu) o borcu müddetiyle beraber (yazınız.) Çünkü bu bir belgedir. İlerde ihtilâf ve anlaşmazlık çıkmasına mânidir. Maamafih bunu yazmak, müstehaptır yoksa her halde vacip değildir. (Ve bir kâtip, onu aranızda adilce bir şekilde yazıversin.) Eksik veya noksan olarak yazmasın, açık anlaşmazlığa mani bir tarzda kaleme alsın. Bir tarafı tutmasın, (Ve kâtip, Cenab'ı Hak'kın ona öğretmiş) lütuf ve keremiyle ona yazma kabiliyetini vermiş (olduğu gibi yazmaktan kaçınmasın.) Cenâb-ı Hak'kın kendisine verdiği bu kabiliyetin bir şükür ifadesi olmak üzere bunu yazmaktan kaçınmasın da öylece (yazsın.) Eğer başka yazacak kimse bulunmazsa bunu yazmak o kâtip için bir vazife olmuş olur. Birçok borç muamelelerini yazdırmaya ihtiyaç görülmektedir. Bunun içindir ki, birçok yerlerde birer noter daireleri mevcuttur. (Ve) bu husustaki belgeyi, senedi (hak) borç (kendi üzerinde bulunan kimse yazdırsın) çünkü borçlu olan odur. Onun ikrarı lâzımdır. İnkârı durumunda aleyhinde şahitlik edilecek olan da odur. (Ve Rabbi olan Allah Teâlâ'dan korksun da ondan) o haktan, o aleyhine yazılacak borçtan (bir şey eksiltmesin) noksan ikrar ve itirafta bulunmasın. (Ve şayet borçlu şahıs: Aklı ermez) noksan akıllı, mübzir = malını boş yere sarfeder bir kimse ise (veya zaif) çocuk veya ihtiyar, aklî dengesi bozulmuş ise (veya doğruca yazdıramayacak durumda bulunursa) meselâ, dilsiz veya ifade edemeyecek bir halde ise (onun velisi) babası, vasisi veya işlerine usulen tâyin edilmiş olan vekili veya tercümanı (adalet üzere yazdırıversin.) Yazılacak bölgede bir noksan, bir fazlalık bulunmasın. (Ve) ey müslümanlar!. (Sizin erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutunuz) bu şahitlerin akilbaliğ, hür, müslüman ve töhmetten berî olmaları lâzımdır. Borçlu, gayri müslim ise şahitlerin de gayrimüslim olması caizdir. (Ve o iki şahit erkek olmazsa şahitliklerine razı olacağınız) şahitliklerini hoş göreceğiniz, şahitliklerine itimat edeceğiniz (kimselerden bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz). Bunların şahitlikleri mal, hususunda ve hanefiyyeye göre cezalardan başka diğer hususlarda da caizdir. İslâm hukukçularından bazılarına göre de malın dışındaki hususlar iki erkeğin şahitliği olmadıkça sabit olamaz, İmam Safîye göre ise kadınların daha ziyade bilecekleri hususlar meselâ: Doğurma, süt emzirme, dulluk, süyubet, bekâret gibi şeyler bir erkek ile iki kadının şahitliği ile sabit olacağı gibi dört kadının şahitliği ile de sabit olur. (Bu iki kadından biri unutacak olursa ona) hadiseyi (diğeri hatırlatsın) yani; Bu iki kadından biri şahiti olduğu malî bir muameleyi geçici olarak unutmuş olursa diğeri ona hatırlatır. Yoksa yalnız diğerinin haber vermesine binaen şahitlikte bulunamaz, bunu şahitlikten evvel olduğu gibi kendisinin de hatırlaması lâzımdır. (Şahitler de davet edildikleri zaman) gelip şahitlikle bulunmadan (kaçınmasınlar) şahitliklerini saklayarak bir hakkın zayi olmasına sebebiyet vermesinler. Şayet şahitler, mahdut olup şahitlikle bulunmadıkları takdirde bir hak zayi olacak ise onlar için şahitlikte bulunmak bir farz olmuş olur. (Siz de) Ey kâtiblerî. (Az olsun çok olsun onu) o borcu, ona ait belgeyi (vâdesine kadar) ne müddetle borç verilmiş olduğunu, onun diğer şartlarını (yazmaktan üşenmeyiniz.) Hattâ bunları defterlere kaydetmek de pek uygundur. (Böyle yapmanız) borçları öyle detaylı olarak yazmanız (Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha kuvvetlidir.) Daha sağlamdır, daha faidelidir. (Ve şüpheye düşmemeniz için daha yakın bir sebeptir.) Artık o borcun miktarı ve müddeti hususunda tereddüde mahal kalmamış olur. (Meğer ki, aranızda hemen) elden ele (devredeceğiniz hazır bir ticaret muamelesi olsun) satılan şey ile bedeli, hazır ve teslimleri peşin olsun (O halde bunu yazdırmadığınızdan dolayı sizlere bir günah yoktur) fakat mümkünse yazılması daha iyidir. (Ve alım satım yaptığınız vakitde de şahit tutunuz) bu muameleyi gizlice değil, açıkça yapınız, tâ ki ilerde bir inkâra meydan kaimi; olmasın. (Kâtip de, şahit de zararlandırılmasın) yazma ücreti var ise verilsin, şahitler uzak yerlerden getirilecek ise onların da yol masrafları ödensin, onlar ikide bir işlerinden, güçlerinden alıkonulmasın. (Ve eğer) bunu yaparsanız) kâtibi de, şahitleri de zarara sokarsanız (şüphe yok ki, bu sizin için bir kötülüktür) bir günahtır, Allah'ın emrine karşı gelmektir. Bunun manevî zararı size aittir. (Ve Allah Teâlâ'dan korkunuz) onun emirlerine, yasaklarına muhalef etten sakınınız. (Ve Yüce Allah sizlere öğretiyor) bu gibi içtimaî, iktisadî meseleleri sizlere bildiriyor. Bunların bir adalet, bir intizam dairesinde cereyanını temin edecek şeyleri sizlere bu kitabı mübin vasıtasiyle anlatıyor ve bildiriyor. (Ve Yüce Allah herşeyi hakkıyla bilir.) Bu emrettiği, yasakladığı şeylerin lüzumunu, hikmetini bildiği içindir ki, sizlere tebliğ ediyor. Artık sizin vazifeni;? de bunlara riayet etmektir. Evet!. Cenâb-ı Hak, İlim ve hikmet sahibidir, kulları hakkında şefkatli ve merhametlidir. Bizlere Yüce Peygamberi ve Kur'ân'ı Kerim vasıtasiyle en doğru yolları göstermiştir. Meşru şekilde mal kazanmayı ve bu malları meşru şekilde muhafaza etmeyi ve artırmayı bizlere emir ve tavsiye buyurmuştur. Tâ ki: İktisadî hayatımızı meşru şekilde kalkındıralım, hayatımızı tanzim edip rahatça yaşayabilelim, bu mallarımızdan fakir ve düşkünlere yardım ederek dua ve sevap kazanalım. Pibâ gibi zararları faidesinden çok olan şeylerden kaçınalım, züht ve takvadan ayrılmayıp dünyamızı da ahretimizi de kazanmaya muvaffak olalım

§ Şahitliğin mahiyeti: Şahitlik, bir kimsenin bir şahısta olan hakkını isbat için "şahitlik ederim" lafzıyla hâkimin huzurunda ve davalının yüzüne karşı doğruyu söylemektir.

"Bu davacının bu davalı da borç olarak şu kadar alacağı olduğuna şahitlik ederim" denilmesi gibi. Böyle bir haberi verene şahit denir. Lehine şahitlik edilen kimseye "meşhudünleh" ve aleyhine şahitlik edilene "meşhudunaleyh" şahitlik edilen hususa da "meşhudunbih" denilir.

Şahitliklerin Önemi:

% Şahitlik sebebiyle birçok haklar korunmuş, cemiyet hayatında adalet ve intizam temin edilmiş bulunur. Bunun içindir ki, şahitlerin özelliklerine de çok dikkat etmek icap eder. Tâ ki: Hakikate aykırı şahitliklere meydan verilmemiş olsun. Binaenaleyh müslümanlar arasında meydana gelecek şahitliklerde şahitlerin buluğ çağına ermiş, akıllı, müslüman töhmetten beri olmaları şarttır. Müslüman kadınların şahitliklerine gelince, İslâm hukuku, sırf hikmet ve menfaat olduğundan bu hususta onların şahitlik alanlarını hikmetin gereğine göre tâyin buyurmuştur. Malumdur ki, kadınlar genel olarak erkekler kadar muameleler ile meşgul değildirler. Onlar gördükleri muameleleri erkekler kadar hatırlarında tutacak bir durumda bulunmazlar. İçlerinde hafızaları daha kuvvetli olanlar bulunabilir. Fakat hüküm çoğunluğa göredir. Kadınların zihinleri o gibi şeyler ile fazla alâkadar olmaz. Binaenaleyh kadınların kısas, zina cezası gibi hususlarda şahitlikleri asla makbul olmadığı gibi diğer birçok muamelelerde yalnız kadınların veya bir erkek ile bir kadının şahitliği de makbul değildir. Kadınlar, ekseriyetle kendi evlerinde yaşayıp dışardaki işler ile meşguliyetler! bulunmadığı ve çok kere hislerine mağlûp olup bir hadiseyi olduğu gibi görebilemiyecekleri cihetle onların yalnız başlarına şahit olmaları uygun görülmemiştir. Binaenaleyh malî işlerde de yalnız kadınların şahitlikleri caiz olmadığı gibi bir kadının bir erkekle beraber şahitliği de kâfi değildir. Belki bir erkekle beraber en az iki kadın şahitlikle bulunmalıdır. Bu hususta iki kadın bir erkeğe denk olur ve bu iki kadından biri hadiseyi geçici olarak unutmuş olursa diğeri ona hatırlatır. Şu kadar var ki, yalnız kadınların bilecekleri bazı hâdiselerde onların da yalnız başlarına şahitlikleri kabul edilir. Velevki bir kadın olsun. Meselâ: Bir çocuğun hangi bir kadından doğmuş olması, bir kadın ebenin şahitliği ile de sabit olabilir. Çünkî bunu en ziyade kadınlar bilebilirler. Aynı şekilde: Kadınlar hamamında bir kadın öldürülecek olsa yalnız diyeti alınmak için buna kadınların şahitlikleri kabul edilir. Şu kadar var ki, bununla kısas icra edilemez. Ceza hususunda kadınların şahitlikleri bütün müctehitlere göre caiz değildir.

Kısacası: Sırf hikmetten ibaret olan İslâm hukuku, şahitlik hususuna çok ehemmiyet yermiş kamu hukukunun korunması için en uygun hükümleri koymuştur.









283. Ve eğer siz bir sefer üzerinde iseniz ve bir yazıcı da bulamaz iseniz alınan rehinler kifayet eder. Fakat bazınız bazınıza emin olursa kendisine emniyet olunan, emaneti ödesin. Ve Rabbi olan Allah Teâlâ'dan korksun. Şahadeti de gizlemeyiniz. Onu kim gizlerse şüphe yok ki, onun kalbi günahkârdır. Ve Allah Teâlâ sizin yapacağınız şeyleri bilir.

283. Bu âyeti kerime, borçların rehinler ile de emniyet altına alınacağını ve şahitliğe önem vermek gerektiğini göstermektedir. Şöyle ki: Ey borç alıp vermek isteyenler!. (Ve eğer siz bir sefer üzerinde iseniz) yani yolcu bulunuyorsanız veya sefere yönelmiş iseniz (ve bir yazıcı da bulamaz iseniz) bir borç senedi yazacak bir kâtibiniz de yok ise (alınan rehinler -kifayet eder-) bununla yet inebilirsiniz. Bu rehin alınması, dinen uygundur ve malların korunması için faidelidir. özellikle birçok kimseler, sözlerinde durmuyorlar, borçlarını vaktinde vermiyorlar, bu gibi kimselerin yüzünden bazı zatlar, faizsiz borç vermek suretiyle iyilikte bulunmaktan çekiniyorlar. Rehin verilmesi ise bu gibi ödünçlerin verilmesine, sebep olur. Bu hususta bir güven vesilesi olur. Binaenaleyh sefer halinde bulunulmasa dayine rehin alınması caizdir. (Fakat bâzınız bâzınıza emin olursa) borç verecek kimse, borçlanacak kimse hakkında iyi niyet besler, borcunu ödeyeceğine kanaat getirirse artık rehin almayabilir. Bu halde o (kendisine emniyet olunan) borçlu (emaneti) üzerindeki borcunu alacaklıya (ödesin) gördüğü iyiliğe karşı, hiyanette ve savsaklamada bulunmasın, bu insaniyet onuruna aykırıdır. (Ve rabbi olan Allah Teâlâ'dan korksun) hakkı inkâr etmesin, emânet hukukuna riayetsizlik göstermesin, bunun büyük bir günah olacağını düşünerek Allah'ın azabına uğramaktan kendisini korusun. Ey şahitler!. Ey borçlular!. (Şahitliği de gizlemeyiniz) şahadetten kaçmayınız, şahitler şahadette bulunacakları gibi borçlular da kendi aleyhlerinde şahitlikte bulunarak borçlarını itiraf etmelidirler. (Onu kim gizlerse) şahitliği ve borcu kim gizler ve inkâr eylerse (şüphe yok ki, onun kalbi günahkârdır) bu haksız muamelesi, bir kasde bağlı bir kötü düşünce mahsulü olacağından günahı da o derece büyüktür. (Ve Allah Teâlâ sizin yapacağınız şeyleri bilir) sizlerin borcu inkâr veya şahitliği gizlemenizi ve bütün fiil ve hareketlerinizi tamamen bilir ona göre mükâfat ve ceza verir. Artık bunu düşünüp de işlerinizi buna göre tanzim ediniz.

§ Deyin = Borç: Ödünç alma, harcamada bulunma, satın alma, kefil olma gibi bir sebeple zimmette, yani: Bir şahsın üzerinde sabit olan şeydir. Meselâ: Borç alınan on lira, bir dey indir. Bin liraya veresiye olarak alınan bir evin bu bedeli de bir deyindir. Başkasının tartılan veya ölçülen cinsten bir malını tüketme neticesinde tüketenin ödemesi gereken o kadar tartılır veya ölçülür bir mal da bir borçtur. Meselâ: Birisinin on kile buğdayı telef edilse telef edenin on kile buğday vermesi kendisine bir borç olmuş olur. Borç verene "dâin" borç alana da "medvun" denilir.

$ Rehin: Lügatte sabit, daim demektir ve bir şeyi her hangi bir sebebden dolayı hapsetmek ve alıkoymaktır, Istilâhta: Bir malı ondan tamamen veya kısmen ödetilmesi mümkün olan bir hakkı, mal karşılığında o hak sahibinin veya başkasının elinde gönül rızasıyla hapsettirmek ve alıkoymaktır. Böyle hapsedilen mala "merhun" da denilir. Rehin veren borçluya "rahin" ve hak sahibi sıfatiyle rehin alan kimseye de "mürtehin" denilir. Bir hakkın ödetilmesin) temin etmek için rehin almaya da "irtihân" denilmektedir.









284. Göklerde olanlar da, yerde bulunanlar da bütün Allah'ındır. Ve siz nefsinizde onları açı ki as an iz da veya gizleseniz de Allah Teâlâ sizî onunla hesaba çekecektir. Artık dilediği kimseyi mağfiret eder, dilediğine de azab eder ve Allah Teâlâ her şeye pek ziyade kadirdir.

284. Bu âyeti kerime, Allah'ın saltanatının genişliğini gösteriyor. Cenab'ı Hakkın bütün âlemlerde meydana gelen olayları bildiğini ve bunlara kadîr olduğunu bildirerek insanlığı uyanmaya davet buyuruyor. Şöyle ki: (Göklerde olanlar da, yerde bulunanlar da bütün Allah'ındır.) yani: Göklerde, yerlerde, bunların içinde ve dışındaki bütün varlıklar da tamamen Allah Teâlâ'nın yaratıklarıdırlar, onun mülkünde ve tasarruf undadırlar. Bunlarda başkasının ortaklığı yoktur. (Ve siz nefsinizde olanları açıklasanız da, veya gizleseniz de Allah Teâlâ sizi onunla hesaba çekecektir.) Güzel düşünenler bunun mükâfatını görecekleri gibi çirkin düşünenler de bunun cezasını göreceklerdir. Fakat bir insan, kasdı, arzusu, tasdiki olmaksızın kalbine gelen şeytanî vesveselerden, kuruntulardan dolayı sorumlu olmaz. Çünkü bunlardan kalbi kurtarmak insanın kudreti dışındadır. Teklif ise insanın gücüne, kudretine maksat ve tasdikine göredir. (Artık) Cenâb-ı Hak, (dilediği kimseyi) lütuf ve keremi ile (mağfiret eder) onun günahlarını affeder ve gizler (dilediğine de) ilâhî adaleti ve menfaat ve hikmet gereği olarak (azab eder) suçuna göre cezalandırır. (Ve Allah Teâlâ her şeye pek ziyâde kadirdir.) Binaenaleyh kullarının bütün gizli ve aşikâr fiil ve hareketlerini bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir, onun ilminden, kudretinden hiç bir şey dışarı çıkamaz. Artık ona göre herkes hareketini tanzime çalışmalıdır.









285. Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene imân etti, mü'minler de hepsi de Allah Teâlâ'ya ve onun meleklerine, kitabi arın a ve peygamberlerine imân etti. Biz Allah Teâlâ'nın peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırmayız - dediler. Ve biz dinledik, İtaat da ettik, mağfiretini dileriz. Ey Rabbimiz -diye niyaz ettiler-.

285. Bu âyeti kerime, dinin esaslarını olduğu gibi kabul edip kendisine imân ve itaat edilmesinin bir kulluk vazifesi olduğunu gösterir. Şöyle ki: o (peygamber) yani: Nebi ve Resullerin sonuncusu olan Muhammed Aleyhisselâm (kendisine Rabbinden indirilene) Kur'ân'ı Kerim'e onun bütün beyanlarına (imân etti.) Allah tarafından inen mukaddes bir kitap olduğunu bilip tasdik eyledi. (Mü'minler de) o mukaddes kitaba Kur'ân'ı Kerim'e inanıp onu tasdik eylediler. Evet! (Hepsi de) Yüce Peygamber de onun ümmeti olan mü'minler de (Allah Teâlâ'ya) onun birliğine, yaratıcılığına, yüceliğine ve kudretine imân etti (Ve onun meleklerine) de imân edip onlar birer muhterem kul olup ilâhî kitapları peygamberlere getirmeğe vasıta olduklarını ve diğer yüce hizmetlerini bilip tasdik eylediler ve Hak Teâlâ'nın (kitaplarına) da imân ettiler. Bunların halkı irşat, insanlığa vazifelerini öğretmek ve bildirmek için Allah tarafından indirildiğini bilip itirafta bulundular. (Ve peygamberlerine) imân ettiler, bunların halkı aydınlatmak, onlara dinî hükümleri bildirmek ve öğretmek için Allah tarafından gönderilmiş bulunduklarını bilip tasdikte bulundular. Kısacısı Hz. Peygamber de, müminlerden her biri de bu gibi dinî esasları bilip bunlara (imân etti) ve bu güzel inançlarını (biz Allah Teâlâ'nın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız) diye göstermiş oldular. Evet. Bütün peygamberler, nübüvvet bakımından hepsi de aynı yüceliğe sahiptir. Hepsi de Hak tarafından ilâhî dinî bildirmekle görevlendirilmiştir. Bu bakımdan aralarında fark yoktur. Ancak bir kısmına risalet verilmiş, yani ayrıca bir kitap, bir şeriat ihsan buyrulmuştur. Bunların bazısı bazısına Allah tarafından üstün kılınmıştır. Nitekim bizim peygamberimiz peygamberlerin sonuncusu, resullerin en üstünüdür. Fakat böyle bir üstünlük ciheti, onların esasen Allah tarafından gönderilmiş birer yüce peygamber olmak hususundaki birlikteliklerine engel değildir ve aralarında farklılık gerektirmemektedir. İşte mü'minler, bunların peygamberlik itibariyle aralarında bir fark olmadığını bilip tasdik ederler (ve bîz dinledik) Allah tarafından gelen emir ve yasakları anladık, (itaat da ettik.) Onlardaki emirlere, yasaklara boyun eğdik ve kabul eyledik. (Mağfiretini dileriz ey Rabbimiz!.) İnsanlık hali kusurlardan uzak olamayız. Kulluk vazifelerimizi yapmada kusur edebiliriz. (Diye niyaz ettiler.) Evet... Kulluğun şanına yakışan, acz ve küsüm itiraf ile Allah'ın mağfiretini niyaz etmektir.











286. Allah Teâlâ bir kimseye gücünden başkasını teklif buyurmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehinedir. Ve kazandığı kötülük de kendi aleyhinedir. Ey Rabbimiz!..

Eğer unuttuk ise veya hatâ ettik ise bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz!. Ve bize bizden evvelkilere yüklemi; olduğun gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz!. Bizim için kendisine takat bulunmayan bir şey de yükleme. Ve bizden af buyur ve bizim için mağfiret buyur ve bizlere merhamet kıl, sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler olan kavim üzerine bizlere yardım et.

286. Bu âyeti celile de Cenab'ı Hakkın kullarına lütfen gösterdiği kolaylıkları kulların da o kerem ve rahmet sahibi olan Yüce Allah'a ne şekilde duada, yakarı; ve niyazda bulunacaklarını bildiriyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ bir kimseye) kullarından mükellef bir şahsa (gücünden) kudret ve takatinin müsait olacağı şeylerden (başkasını teklif buyurmaz.) Bir ilâhî lütuf olmak üzere hakkınızda böyle meşakkatli şeyleri emretmez. Nitekim hasta bir kimse, bu halde oruç. tutmakla veya fakir bir kimse, zekât vermekle mükellef bulunmaz. Ve (herkesin kazandığı iyilik kendi lehinedir) ibâdet ve itaatinden dolayı kendisi yararlanır. (Ve kazandığı kötülük de kendi aleyhinedir.) Evet... Kötülüğü emreden nefsinin zorlamalarından dolayı işlediği ağır, gayri meşru kazancı da kendi aleyhine, kendi zararınadır. Artık her insan bunları düşünüp ona göre hareketlerini tanzim etmeli değil midir. Ve dâima Allah'ın korumasına sığınarak şöyle dua ve niyazda bulunmalıdır: (Ey Rabbimiz!. Eğer unuttuk ise veya hata ettik ise bizi sorumlu tutma.) Ey Rabbimiz!. İfrat ve tefrit sebebiyle veya dikkatsizlik ve benzeri sebeplerle bizden meydana gelip unutmaya, hataya yol açacak işlerden dolayı bizi sorumlu tutma, azaba uğratma (Ey Rabbimiz ve bize bizden evvelkilere yüklemiş olduğun gibi ağır yük yükleme.) Bize meşakkatli şeyleri teklif buyurma. Nitekim İsrail Oğulları böyle şeylerle hikmet gereği sorumlu tutulmuşlardı. Meselâ: Onların mallarının dörtte birini vergi vermeleri lâzımdı, elbiselerine dokunan bir necasetin dokunduğu yeri kesmek icâbediyordu, bazı günahlardan dolayı intihar etmekle mükellef idiler, başka suretle tövbeleri kabul edilmezdi. (Ey Rabbimiz!. Bizim için kendisine takat bulunmayan bir şey de yükleme). Bizleri bir takım belâlara, gücü aşan düşman hücumlarına, insan gücünün üstünde tekliflere mâruz bırakma. Evet Cenab'ı Hak, mülkünde dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir, insanın acizliğini göstermek için ve başka hikmetlerden dolayı kullarına kudretlerinin üstünde teklifte de bulunabilir. Bize düşen vazîfe ise onun affına lütuf ve keremine sığınmak, bunları o kerem ve rahmet sahibi Rabbimizden şöyle niyaz eylemektir. Ey mukaddes Rabbimiz! (Ve bizden) günahlarımızı da (af buyur) yok et (ve bizim için mağfiret buyur.) Günahlarımızı gizle, bizi sorumlu tutarak insanlar arasında utanç verici duruma düşürme (Ve bizlere merhamet kıl.) Lütufta bulun, başarılar ihsan et, çünkü senin rahmetin olmadıkça ne güzel amellerde bulunabiliriz, ne de çirkin amelleri terkedebiliriz. (Sen bizim mevlâmızsın) sen bizim efendimizsin. Bizler ise senin kulların bulunuyoruz, sen bizim yardımcımızsın, işlerimizin yöneticisisin. Biz her bakımdan senin kulunuz, sana muhtacız. Bütün başarılar sendendir. (Artık kâfir olan kavim üzerine) senin apaçık dinini inkâr eden bozgunculara karşı (bizlere yardım et.) Bizleri onlara üstün kıl, bizleri dinini yüceltmede başarılı kıl. İslâm diyarını, İslâm milletini koru, onları maddî ve manevî sahalarda düşmanlarına galip eyle. Ey ulu mevlâmız!. Ey yardımcımız koruyucumuz olan mukaddes ve Yüce Rabbimiz!.

§ Kendisinde bakare hâdisesinden bahsolunan sûre'i celile, bu âyeti kerime ile sona ermiştir. Mücahit, Ibni Şirin gibi bazı zatların rivayetlerine göre bu son iki âyet, Cibril! emin vâsıtasiyle nazil olmamıştır. Rasüli Ekrem Efendimiz bu mübarek iki âyeti Miraç gecesinde vasıtasız işitip almıştır.

"Bu son âyeti celilenin sebebi nüzuli hakkında şöyle bir rivayet vardır: Vaktaki: "Nefsinizde olanı açığa çıkarsanız da gizleseniz de Allah Teâlâ onlar ile sizi sorumlu tutacaktır". Mealindeki âyeti kerime, nazil oldu; ashabı kiram büyük bir endişeye düştüler, biz bir takım şeytanî hâtıralardan, vesveselerden kendimizi nasıl koruyabiliriz?. Bunlar bizim irademiz olmaksızın ansızın kalblerimize doğuyor, bunlardan dolayı sorumlu olursak vay halimize!, demek istediler. Bununla beraber de yine hakkın her hükmüne itaatkâr olduklarını göstererek: "Biz işittik, itaat da ettik" dediler. Bunun üzerine bu son âyeti kerime nazil olmuş, kendilerinin güç ve takatinde olmayan şeylerden dolayı insanların uhrevî sorumluluk taşımayacakları kendilerine müjdelenmiştir. Ne büyük ilâhî lütuf!

§ Nisyatı, bilinen bir şey hakkında bilahara, gaflette bulunmak onu unutmak demektir. Böyle bir nisyan, âhiretle ilgili bir sorumluluğu gerektirmece de, bizzat vücûba ve unutulan şeyin yerine getirilmesinin vacip oluşuna aykırı değildir. Meselâ: Bir namaz, bir borç. un utul mu; olsa da yine edası, kazası icabeder. Hatıra gelince veya başkası haber verince namaz kaza edilir, borç da ödenir. Böyle bir nisyan, bir lâubalîlik, bir ihtiyatsızlık yüzünden meydana gelirse, bu manevî sorumluluğu da gerektirir.

§ Hata ise: Kendisinde insanın hususî bir maksadı bulunmayan bir kusurdur. Bu da bir ihtiyatsızlık bir alâkasızlık neticesi olmamak şartiyle Allah'ın hakkının ve uhrevî sorumluluğun düşmesi hususunda bir özür olmaya bağlıdır. Hattâ meşru bir içtihat neticesinde, müctehitlerin birer iyi niyetle ve ilmî usuller dairesinde yaptıkları İçtihatlar neticesinde meydana gelen hatalarda affedilmiştir. Hattâ bir kat sevaba da vesiledir. Fakat bir dikkatsizlik neticesi olarak insanların hukukuna ait hatalar, her şekilde affedilmiş değildir. Bu hakların mümkün mertebe ödenmesi icabeder. Tam bir özür sayılmaz. Meselâ: Kuşlara atılan bir merminin isâbetiyle bir insanın ölmesine sebebiyet verilse bundan dolayı kısas lâzım gelmezse de diyet adıyla tazminat verilmesi icabeder. Binaenaleyh haddizatında unutmaya ve hataya sebebiyet verecek hallerden kaçınmak lâzımdır, ihtiyat gereklidir. Bununla beraber bu gibi hususlarda Allah'ın korumasını rica etmek, ilâhî afvı istemek de bir kusur itirafıdır, bir kulluk vazifesidir.

§ 8u sure-i celilenin ve bilhassa bu son iki âyeti kerimenin fazîleti hakkında birçok hadis vardır. Kısaca kütübi sitte de Ibni Mesut radiallahü anhtan şu hadisi şerif

mervidir: = Bakara sûresinin âhirindeki iki âyeti kerimeyi her kim geceleyin okursa ona yeter. Yani onu zararlı hayvanlardan ve şeytandan korur veya o geceyi ibâdetle geçirmiş gibi olur.

Velhâsıl: Bu gibi mübarek âyetlerin okunmasıyla daîma kulluk lisanımızı süslemeye, kalblerimizi aydınlatmaya çalışmalıyız. Yüce Allah hepimizi ilâhî feyizlerine kavuştursun Amin!.

  Alıntı ile Cevapla