Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30 - 06 - 2014, 14:44   #7 (permalink)
Çevrimiçi
aSpeNDos Konuyu Baslatan
Kullanıcıların profil bilgileri ziyaretçilere kapalı
Cevap: BAKARA SÛRESİ ve Tefsiri


232. Ve kadınları boşadığınızda, onlar da iddetlerini sonuna erdirince kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde iki tarafta razı olursa kocaları ile tekrar evlenmelerine mâni olmayınız. Sizden Allah'a ve ahiret gününe inanmış olanlara işte bununla öğüt verilir. Bu husus sizin için daha faydalı ve daha temizdir Allah Teâlâ bilir, sizler bilmezsiniz.

232. Bu âyeti kerime, evliliği iade etmenin meşru, buna engel olmanın yasak oluşu hakkındadır. Rivayete göre Makil Ibni Yesar, kızkardeşini bir şahısla evlendirmiş, sonra bunların arasında nasılsa bir boşama meydana gelmiş, fakat pişman olup yeniden birbiriyle evlenmek istemişler. Makil ise buna mâni olmuş, eğer onunla yeniden evlenirsen yüzüm yüzüne haram olsun diye kızkardeşine darılmış. İşte böyle bir hâdise üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, Makil bundan haberdar edilince hemen nikâha razı olmuş, Allah'ın emrine boyun eğdiğini söylemiştir. Bu âyeti celile de buyuruluyor ki: Ey müminler!. (Ve kadınları boşadığınızda, onlar da) boşama ile ilgili (iddetlerini sonuna erdirince) aranızda ayrılık meydana gelir, fakat daha sonra pişman olurlarsa (kendi aralarında güzelce anlattıkları) takdirde şeriatın kabul edeceği bir tarzda, helâl bir akid ile (İki tarafın rızasıyla) iki tarafın razı olmasıyla kadınların (kocaları ile tekrar evlenmelerine mâni olmayınız.) Böyle bir men, onları zarara, düş kırıklığına götürebilir. Şu kadar var ki, bir veli benzer mihirden noksan ile veya dengi olmayan bir kimse ile evleneceği takdirde kadının nikâhına mâni olabilir. Bu bir gayri meşru engel sayılmaz. (Sizden) Ey insanlar!. (Allah'a ve ah i ret gününe imân edenlere işte bununla) bu beyan edilen men etmeme hükmü ile ■ öğüt verilir. Bu husus) bu öğütü kabul ve gereği ile amel etmek (sizin için daha faydalı) dir. Daha menfaat vericidir. (Ve daha temizdir), günah şüphesinden daha beridir, daha temizdir. (Ve Allah Teâlâ) nelerde fâide ve temizlik olduğunu (bilir, sizler bilemezsiniz.) Velhasıl Cenab-ı Hak neleri emrederse sizin iyiliğiniz, kurtuluşunuz ve necatınız onlarla mümkündür. Artık bütün ilâhî hükümlere uymaya çalışınız.

§ "Talâk", lügatte boşamak hissi veya manevî bir bağdan kurtulmak demektir. Şer'an nikâh akdini hususî lafızla hemen veya daha sonra fil'meal ortadan kaldırmak ve geçersiz saymaktır.

§ "Tatlîk de" eşi boşamaktan dolayı aradaki evlilik bağını usulü dairesinde koparmaktır.

§ "Talâklar üç kısımdır". Birincisi: Ric'î Talâkdır ki, bu eşle cinsî münasebette bulunduktan sonra yapılan ve açıkça veya işaret yoluyla sayısına veya bir şeye karşılık olmayan ve baln falaka delâlet eden bir vasıf ile vasıflanmış olmayan ve bir şeye benzetilmiş bulunmayan talâktır. Gerek açık lâfızlardan ve gerek ric'î talâki gerektiren kinayeli lâfızlardan biriyle olsun. Meselâ: Sen boşsun, sen boş olmuşsun. Seni boşadım, boş ol, seni boşadım denilse bunlarla niyete muhtaç olmaksızın birer ric'î talâk vâki olur. Şart olsun sözü ile de talâkta örten kullanılan yerlerde yalnız bir ric'î talâk tahakkuk eder. Velevki üç talâka niyet edilsin. İkincisi: Bain talâkdır ki, eşle cinsi temasdan takarrüpten evvel vâki olan, veya temasdan sonra bain talâki ifade eden kinayeli bir lâfız ile yapılan veya açık bir lâfız ile yapılıp da açıkça veya işaret yoluyla üç sayısına veya bir bedele bağlı bulunan veya bain talâk delâlet eden. Bir vasıfla vasıflanan veya bir şeye benzetilen talâktır. Meselâ: Bir kimse eşine hitaben talâk niyetiyle: Sen bain talakla boşsun, sen bain talakla boşanmışsın senden ayrıldım. Seni terkettim, benden uzak ol, aramızda nikâh yoktur, seni bıraktım, çık, git, cehenneme git, sen burs ün sözlerinden birini söylese bir bain talâk vücude gelmiş olur. Kezalik bir kimse eşine: Seni üç talâk ile boşadım, veya benden üç talâk ile boş ol dese üç bain talâk vâki olur. Iddet içinde veya farklı zamanlarda üç defa yapılan birer talâk ile de üç talâk tahakkuk etmiş olur. Meğer ki, arada usr u dairesinde başka bir meşru nikâh bulunursa bu gerçekleşmez.

§ "Ric'at" = rücu: Lügatte geri dönmek ve döndürmek manasınadır. Şer'an: ric'î talâkdan sonra iddet içinde henüz baki olan nikâhı sözle veya fiille devam ettirmekten ibarettir. Meselâ eş, ric'î talakla boşamış olduğu kadına: Iddeti içinde sana müracaat ettim, veya sen benim esimsin dese veya onunla cima yapsa veya şehvetle boynuna s arı Isa ona geri dönmüş, yani onu nikâhı altında tutmuş bulunur.

§ "Tehlil": Galiz haramlığı, yani üç talâk ile meydana gelen haramlığı kaldırarak evvelki eş için nikâhın yenilenmesini helal kılan bir muameledir ki, ikinci bir nikâh ile cinsel temastan ibarettir. Buna (hülle) denir. Bu ikinci nikâh ve cinsel ilişkiden takarrüpten sonra ikinci koca vefat eder veya boşarsa bu kadın iddet bekledikten sonra İlk kocası ite yeniden evlenebilir. Bu ikinci kocaya (muhallil), birinci kocaya da (muhallelün leh) denilir.

§ "Bilindiği üzere nikâhın meşruluğu, İnsanlığın bir selâmet ve temizlik içerisinde yaşamasını temin etme hikmetine dayalıdır. İnsanlık âlemi ancak nikâh sayesinde

bir ahenk ve intizama sahip olmuştur, İnsanlık silsilesi ancak nikâh sayesinde takdir edilen zamana kadar devam eder. Dünyaya gelen çocuklar, birer meşru pederin jefkati sayesinde yetişirler. Bu sayede nesebleri ortaya çıkar, İçtimaî bağ kuvvet bulur bir çok felâketlere, ihtiraslara sebebiyet verecek olan gayri meşru ilişkilerden kaçınılmış olur. Kadınlar da şereflerini, kıymetlerini muhafaza etmiş, kendilerini rezillikten, hayvan derecesine düşmekten kurtarmış bulunurlar. Özellikle İslâm ailelerinin, cemiyetlerinin meydana gelmesi, İslâmiyete hizmet etmeleri birer meşru nikâh sayesinde mümkün olmaktadır. Bunun içindir ki: Bir hadisi şerifte: Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben klyamet günü sizinle ümmetlere karşı iftiharda bulunurum buyrulmuştur...

Binaenaleyh nikâhın kadrini bilmelidir, kat'î bir lüzum görülmedikçe boşama hadiselerine meydan vermemelidir. Bununla beraber içtimaî hayatta bazen garip hareketler, duygular, hoş olmayan davranışlar yüz gösterir, bu gibi hallerin iyi şekilde giderilmesine çalışmak bir ahlâkî vazifedir. Fakat bazen bu mümkün olmayabilir. O halde daha büyük bir hâdiseden kurtulmak için boşamaya tevessül edilmesi lâzım gelir. Şu kadar var ki boşama, korkunç ve çok kere pişmanlığı gerektiren bir harekettir. Bu hususta mümkün mertebe nefse hakim olmak, orta yoldan ayrılmamak lâzımdır. Böyle bir kabiliyet ise kadınlara nispetle erkeklerde daha fazladır. Bir de erkekler, eşlerinin mihirlerini, nafakalarını vermekle mükelleftirler. Bu bakından da kadınlara tercihen boşama hakkına erkekler sahip bulunmuşlardır. Şu kadar var ki, erkekler de bu konudaki şer'î izni kötüye kullanmamalıdırlar. Gerektirdiğinde bir veya iki ric'î talâk ile yetinmelidirler ki, pişmanlık yüz gösterince elden çıkan şeyi telâfi etmeye imkân bulunsun. Fakat bir erkek, fazla düşmanlık ve nefret gösterir de eşini bain talâk ile, yani ayrılığı kesin olarak

gerektiren bir tabir ile bir veya iki defa boşarsa artık geri dönüşe hakkı kalmaz bilahara pişman olur, boşadığı kadın da evliliğin yenilenmesini arzu ederse aralarında yeniden evlenme caiz bulunur. Bu halde kadına da böyle kabul etmek ve etmemek selahiyeti verilmiştir.

Şayet böyle ihtiyatlı bir surette hareket edilmez de bir erkek, karısını üç talâk ile boşarsa artık ona ne geri dönebilir, ne de onun rızâsı ile nikâhı yenileyebilir. Çünkü bu takdirde nikâh nimetine karşı nankörlükte bulunmuş, gelecekte pişmanlık meydana geleceğini düşünmemiş, kadına karşı da son derece nefret ve düşmanlık göstermiş olur. Binaenaleyh bunların hemen evliliği yenilemeleri artık uygun olamaz. Böyle kolaylıkla yeniden evlilik selahiyetini elinden çıkaran bir erkeğin bir nimete nankörlük cezası olmak üzere müşkil bir durumda bulundurulması, bir hikmet ve menfaat gereğidir. Bununla beraber bu bağı artık hayat boyu yenileme imkânının büsbütün kaldırılması da sosyal hayatın ihtiyaçlarına, eyilimlerine tamamen uymayacağı cihetle bu bağın yenilenmesi, boşamada bulunan kocaya bir ruhanî ceza, bir vicdanî azap olmak üzere bir hülle usulüne bağlanmıştır. Bu usul başkaları için de bir uyarı vesilesidir. Buna meydan vermemelidir.

Maamafih bir kadının başlangıçta bir erkekle meşru surette evlenmesi nasıl uygunsuz görülmezse, o erkekten ayrıldıktan sonra diğer bir erkek ile de yine meşru surette evlenmesi uygunsuz görülemez. Elverir ki, bu ikinci nikâh da geçici değil, mutlak surette vuku bulsun, bir fasit şarta bağlı bulunmasın. Daha sonra bu ikinci koca ölürse veya kendi arzusu ile boşarsa o kadın iddetini bitirdikten sonra isterse İlk kocası ile yeniden kendi arzusuyla nikâh akdi yapabilir. Bunu ayıplamaya mahal yoktur. Böyle bir şer'î cevaz da insanlık hakkında ilâhî merhametin bir eseridir.









233. Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler, emzirmeyi tamam yaptırmak isteyen için. Bu annelerin nafakaları ve elbiseler örfe uygun olmak üzere babaya aittir. Hiçbir şahıs kendi gücünden fazlasıyla mükellef olmaz. Ne bir ana çocuğu sebebiyle, ne de bir baba evlâdı sebebiyle zarar sokulmasın. Mirasçı üzerine düşen de onun aynısıdır. İmdi ana ile baba kendi rızaları ile ve bir danışma ile çocuğu memeden kesmek isterlerse ikisinin üzerine de bir günah yoktur. Ve siz çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz vereceğiniz emzirme ücretini iyilikle teslim ettiğiniz takdirde yîne size bir günah yoktur. Ve Allah Teâlâ'dan korkunuz ve biliniz ki. Allah T e âlâ yaptığınız şeyleri şüphe yok hakkiyle görücüdür...

233. Bu âyeti kerime, yeni doğan çocuklar hakkında analarının, babalarının ve onlara mirasçı olabilecek kimselerin vazifelerini, selâhiyetlerini bildirmektedir. Şöyle ki: (Anneler) boşanmış olsunlar olmasınlar (çocuklarını tam iki sene emzirirler) süt müddetinin en çoğu böyle iki senedir. Analar yavrularını böyle iki sene emzirmelidirler. Bu onlar için istihsan yoluyla bir vazifedir. Maamafih böyle ( emzirmeyi tamam) iki sene (yaptırmak isteyen) babalar (içindir) bunlar istemezlerse iki seneden evvel de emzirmeye nihayet verilebilir, (bu annelerin nafakaları ve elbiseleri uygun bir şekilde* hallerine uygun ve gerektiğinde hakîmin takdiriyle birer (mevlüdünleh) olan babalar (üzerinedir.) Ve (hiç bir kimse kendi gücünden fazlasıyla mükellef olmaz.) Binaenaleyh bir baba güç ve kudretinden fazla nafaka vermekle mükellef olmayacağı gibi bir anne de kudreti bulunmadığı takdirde çocuğunu emzirmekle mükellef bulunmaz. Binaenaleyh (ne bir ana çocuğu sebebiyle, ne de bir baba evlâdı sebebiyle zarara sokulmasın) bunlardan kudretleri üstünde bir şey istenilmemelidir. Meselâ: Bir anne çocuğunu emzirmeğe mecbur edilmemelidir. Emzirmek isteyince de çocuk ondan alınmamalıdır. (Mirasçı üzerine düşen) vazife de baba üzerine düşen vazife gibidir, mirasçı (da) bu hususta (onun gibidir.), baba gibi çocuğun emzirilmesini sağlayacaktır. Bu mirasçıdan maksat, çocuğun zirahmi mahremi yakın akrabası olan kimsedir. Bir çocuğun babası vefat etmiş, kendisine bir mal kalmamış ise onun süt annesine verilecek nafakayı, ücreti bu mirasçının vermesi lâzım gelir. İmdi ana ile baba çocuklarının halini nazara alırlar, daha iki sene tamam olmadan onları sütten kesmeyi (kendi rızalariyle) düşünür (ve) bu husustaki (bir danışma ile) bunda bir zarar olmadığını anlarlarsa o halde selâhiyetleri vardır. (Çocuğu memeden kesmek isterlerse) kaesebilirler. Bundan dolayı (ikisinin üzerine de bir günah yoktur ve) maamafih çocuk için başka süt ana bulunması da caizdir. Şöyle ki: (Siz çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz) o başkasına iki tarafın rızasiyle (vereceğiniz emzirme ücretini iyilikle) dinen güzel görülen ve herkesçe kabul edilen bir surette süt anaya (teslim ettiğiniz takdirde yine size bir günah yoktur.) Elverir ki, süt verene, süt emene bir zarar verilmiş olmasın (ve) bu gibi hükümlere riayet hususunda (Allah Teâlâ'dan korkunuz) gayri meşru bir harekette bulunmayınız. (Ve biliniz ki. Hak Tealâ Hazretleri yaptığınız şeyleri şüphesiz tamamiyle görmektedir.) Ona göre mükâfat ve ceza verecektir. Artık evlâtlarınız hakkında da ona göre muamelede bulununuz.







234. Ve sizlerden vefat edip de geriye eşler bırakanların eşleri kendileri hakkında dört ay on gün beklerler. Sonra iddetlerinin sonuna erince artık nefisleri hakkında uygun şekilde yapacakları şeyden dolayı sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden haberdardır.

234. Bu âyeti kerime, kocaları vefat eden kadınların iddet sürelerini beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Sizlerin boşayacağınız kadınların iddetleri bildirilmişti (Ve sizlerden vefat edip te geriye eşler bırakanların eşleri) ise (kendileri hakkında dört ay on gün beklerler.) Bu ölüme bağlı bir iddettir. Bu müddet zarfında kimse ile evlenemezler. Bu bilicap sabittir. Ve bir zaruret bulunmadıkça kocanın vefat ettiği evden çıkmazlar, bu da gerekli olan bir vazifedir. Ziynetlerini de bırakırlar, kocalarının hâtıralarına riayet eder vefatlarından dolayı üzüntülerini göstermiş olurlar. Buna şeriat dilinde: "hidad" veya "ihdâd" denilir ki, (Sonra iddetlerinin nihayetine erince) yani ölüme bağlı bekleme son bulunca (artık kendileri hakkında uygun şekilde) şeriatın inkâr etmiyeceği bir suretle (yapacakları şeyden dolayı) meselâ meşru surette süslenmelerinden veya başkasiyle evlenmeğe aday olmalarından dolayı ey onların velileri ve ey müslümanlar (sizin üzerinize bir günah yoktur.) Artık bundan sorumlu olmazsınız. Elverir ki, ölüme bağlı bekleme süresi tamam olsun. Bu müddete riayet etmek, bir hikmet ve menfaat gereğidir. Bu müddetten hem hayız müddeti geçmiş hem de rahimde çocuk bulunmadığı anlaşılmış olur. Şayet çocuk bulunduğu anlaşılırsa o doğuncaya kadar yine başkasiyle evlenmek caiz omaz. Bununla beraber bu müddet, nikâhın son bulmasından dolayı bir üzüntü alametidir ve vefat eden kocanın hatırasına bir saygı işaretidir. Binaenaleyh buna riayet etmek lâzımdır. (Ve Allah Teâlâ yapacağınız şeylerden haberdardır.t Artık onun bövle vüksek, hikmetli emirlerine muhalefetle bulunmayınız, sonra sorumluluktan kurtulamazsınız.









235. Kadınlar ile evleneceğinize dair kinaye yoluyla isteğinizi göstermenizden veya bu arzuyu gönlünüzde gizlediğinizden dolayı üzerinize bir günah yoktur. Allah Teâlâ bilmiştir ki, siz onları elbette anacaksınızdır. Ancak kendileriyle gizlice sözleşmeyiniz. Ancak uygun şekilde bir söz söylemeniz müstesna. Ve ölüme bağlı bekleme süresi nihayet bulmadıkça da nikâh akdi yapmaya kalkılmayınız ve biliniz ki. Allah Teâlâ gönüllerinizde olanı şüphe yok ki bilir. Artık ondan sakınınız ve biliniz ki Hak Teâlâ şüphesiz gafurdur, halimdir.

235. Bu âyeti kerime, kocalarının vefatından dolayı iddet bekleyen kadınlar hakkında bazı dinî hükümleri kapsamaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar! Ölüme bağlı iddet bekleyen (kadınlar ile evleneceğinize dair tariz yoluyla arzunuzu göstermenizden) dolayı günahkâr olmazsınız. Tariz, sözü örtülü söylemek, işidenlerin bir düşünme neticesinde anlayacakları söz demektir. Zıddı açık konuşmaktır. Meselâ: Bir dul kadına karşı "sen güzelsin", "sen iyi birisin", "ben evlenmek istiyorum", "ben sana rağbet ediyorum" denilmesi birer tarizdir. İşte böyle bir kinayeli söz, güzel bir niyete, hakikaten evlenmek niyetine bağlı olursa bir günaha sebep olmaz. (Veya bu rağbeti) böyle kinayeli şekilde göstermeyip de (gönlünüzde gizlediğinizden dolayı) da (üzerinize bir günah yoktur) yani: Evlenmeyi açıkça ve tariz yoluyla söylemeyip de yalnız buna kalben niyette bulunmakla, veya yalnız selâm vermekle veya hediye göndermekle bir günah işlenmiş olmaz. Bunlar, dinî yasakları ihlal etmez. Bu gibi eğilimlerden sakınmak zordur. (Allah Teâlâ bilmiştir ki, sız onları elbette anacaksınızdır.) Yâni: İddet I eri bitince nikâhlarına açıkça talip olacaksınızdır. Binaenaleyh bunu tariz yoluyla iddet içinde bildirmenizden veya buna kalben karar vermenizden dolayı sorumlu olmazsınız. (Ancak) bu hususta (kendileriyle gizlice sözleşmeyiniz) yâni: Onlar ile cinsel yakınlaşmada bulunacağınızı aralarınızda gizlice konuşmayınız veya birbirinizle evleneceğinize dair aranızda gizlice and içmeyiniz. Veya başkasıyla evlenmemeye söz vermeyiniz veya iddet içinde nikâh vadinde bulunarak cinsel ilişkiye cür'et etmeyiniz. (Ancak uygun şekilde bir söz söylemeniz müstesna) yâni meşru şekilde kinayeli konuşmanız veya iyilik vadinde bulunmanız veya sanma ihtimam göstermeniz ve çıkarlarını koruyacağınıza dair münasip bir söz söylemeniz günahı gerektirmez. (Ve ölüme bağlı iddet nihayet bulmadıkça da nikâh akdi yapmaya kalkışmayınız.) Öyle bir nikâh, akdedilmiş olmaz. Buna cür'et edenler sorumluluktan kurtulamazlar. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ gönüllerinizde olanı şüphe yok bilir.) Binaenaleyh tarizden maksadınızı ve nikâha karar verip, vermediğiniz!, ve yasaklara riayet edip etmiyeceğinizi gerçekten bilir, ona göre hareket ediniz ve (artık ondan korkunuz) emirlerine muhalefet etmeyiniz. (Ve biliniz ki. Hak Tealâ şüphesiz gafurdur.) İşlemiş olduğunuz bir günahtan dolayı ümitsizliğe düşmeyiniz, tövbekar ve afdileyici olunuz, o Yüce Yaratıcı bu halde sizi af ve mağfiret buyurur ve o Yüce Yaratıcı (halimdir) kulları hakkında hak etmiş oldukları azabı acele etmez, kaybedilenin kazanılabilmesi için uygun bir vakit bırakır, bu surutle kulları hakkında rahmet ve merhametin! göstermiş olur. Artık insan, daha hayatta iken kusurlarını bilip bunlardan kurtulmanın yolunu takib etmeli, o gafur ve halim olan Yüce Yaratıcının af ve mağfiretine sığınmalıdır.









236. Kadınları daha kendilerine temas etmediğiniz halde veya onlara bir mihr belirlememiş olduğunuz halde boşamış olursanız üzerinize bir günah yoktur. Şu kadar ki; onları yararlandırınız. Zengin üzerine gücü nisbetinde, dar halli olan da gücüne göre ve uygun şekilde bir m ut'a vermek ic ab eder. Bu m ut'a iyilik edenler üzerine gerekli olan bir haktır.

236. Bu âyeti kerime daha cinsel birleşme olmadan boşanmış kadınlar hakkında yapılması gereken güzel muameleyi göstermektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Bir lüzum ve menfaattan dolayı (kadınları daha kendilerine temas etmediğiniz) aranızda cinsel birleşme bulunmadığı (halde) boşamanızda bir günah yoktur, insanlık hali buna lüzum görülebilir. (Veya onlara bir mihr belirlememi; olduğunuz halde boşamış olursanız) yine (üzerinize bir günah yoktur.) Bu da caizdir. (Şu kadar var ki) bu gibi hâdiseler vuku bulunca (onları) o boyadığınız kadınları mahrum bırakmayın (yararlandırınız) boşamadan ileri gelen hüzün ve kederlerini, nefretlerini gidermeye, azaltmaya çalışınız. Şöyle ki: Eğer mihr belirtilmişse, cinsel temasdan önce boşamaktan dolayı bu mihrin yarasını vermek lâzım gelir. Ve eğer mihir belirlenmediği halde cinsel birleşme meydana gelmiş ise kadına, dengi bir kadının mihri ne ise onu vermek icabeder. Fakat hem cinsel birleşme olmamış, hem de mihir konuşulmamışsa bir müt'a lâzım gelir. Bu da (zengin olan) koca (üzerine gücü nisbetinde) servetine göre (dar halli olana da gücüne göre) kendi kudretine göre (ve uygun biçimde) dinin güzel gördüğü şekilde üzere (bir müt'a vermek icabeder.) Müt'a ise bir kat elbisedir. Bunun en az miktarı ise bir başörtüsü ile bir entari ve bir çarşaftır. (Bu müt'a iyilik edenler) nefislerine güzel muamele yapanlar, başkalarının hukukuna saygı gösterip iyilikte bulunmak isteyenler (üzerine gerekli olan bir haktır.) Bir gerekli vazifedir. Bunu güzelce ifa etmelidir, İslâmiyet, insaniyet bunu emreder. Her aile, kendi servetine, kendi içtimai durumuna göre bu gibi üzerine düşen vazifeleri güzel biçimde verine getirmelidir.

237. Ve eğer onları daha kendilerine temasta bulunmadan boşar da onlar için mihir belirlemiş bulunursanız o zaman bu belirlediğiniz mihrin yarısı lâzım gelir. Meğer ki o kadınlar affetsinler veya nikâhın düğümü elinde bulunan affeylesin ve sizin affetmeniz takvaya daha yakındır ve aranızdaki iyiliği unutmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkıyla görücüdür.

237. Bu âyeti kerime, boşanmış kadınların haklarına dair bazı hükümleri bildirmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!.. (Ve eğer onları) zevcelerinizi (daha kendilerine temasta bulunmadan) onlarla bir kere olsun cinsel ilişkide bulunmadan (boşar da onlar için) belirli bir miktar (mihir kesmiş bulunursanız o zaman) üzerinize (bu kestiğiniz mihrin yarısı lâzım gelir.) Bunu onlara vermeniz icabeder. (Meğer ki o kadınlar affetsinler) bu yarım mihirden vaz geçsinler, bunu istemesinler, bunu bağışlasınlar. (Veya nikâhın düğümü elinde bulunan) nikâh akdini çözmek selâhiyetine sahip olan erkek (affetsin) bu mihrin yarısını değil, tamamını vermek istesin. (Ve sizin affetmeniz takvaya daha yakındır.) Ey eşlerini boşayan erkekler!. Siz bu hususta daha cömert olmalısınız, madem ki eşlerinizi nikâh nimetinden marum bırakmış oluyorsunuz, artık onlara mihirlerinin tamamını vermek suretiyle yardımda, fazlaca iyilikte bulunmanız, onlara mümkün mertebe kaybettiklerini telefide bulunmalarına yardım eylemeniz daha ziyade dindarlık alametidir. Maamafih kadınların da kocalarını affetmeleri, mihirlerini onlara bağışlamaları bir dindarlık nişanesidir. (Ve) elhâsıl (aranızdaki iyiliği unutmayınız) her iki taraf da birbirine karşı iyiliksever olmalıdır. Boşama hâdisesinden dolayı düşmanca bir tavır almamalıdır, yine elinden gelen iyilikten kaçınmamalıdır. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkıyla görücüdür.) Yapacağınız iyilik ve yardımdan haberdardır. Artık daima iyiliksever olunuz, Allah'ın rızasını kazanmaya çalışınız, Hak Tealâ'nın kutsal emirlerine saygı gösteriniz ki, dünyanızda, âhiretiniz de kazanılmış olsun.









238. Namazlara ve orta namaza devam ediniz. Ve Allah için onu zikredici olarak kıyamda bulununuz.

238. Bu âyeti kerime, müslümanların aile hayatına ve saireye ait vazifelerini güzelce yapabilmeleri için üzerlerine düşen namaz gibi dinî vazifelerini Iâyikiyle yerine getirmeye çalışmaları gereğine işaret buyurmaktadır. Çünkü bu dinî vazîfelere önem veren bir kul, yaratıcısının diğer emirlerine de riayet eder durur. Binaenaleyh buyuruluyor ki: Ey müslümanlar!. Sizlere farz olan (namazlara ve orta namaza devam ediniz.) Bunları güzelce korumaya çalışınız. (Ve) namazda (Allah için) ona saygı göstermek için (onu zikredici olarak) tekbir alarak, Kur'ân okuyarak (kıyamda bulununuz) ki, bu namazın mühim bir tarzıdır. "Salâvet" salatin çoğuludur. "Salât" ise bilindiği üzere namaz demektir, "orta namaz" ise tercih edilen görüşe göre ikindi namazıdır. Nitekim bir hadisi şerifte:orta namaz, ikindi namazıdır" diye buyrulmuştur. İkindi namazının böyle ayrıca zikredilmesi bunun zamanında iş, güç daha fazla olduğundan buna itina edilip gaflette bulunulmamasına tenbih içindir. Bu âyeti kerime de namazların beş vakit olduğuna da işaret vardır. "Salâvat" tabiri çoğul olduğu için bunun en azı üçtür. Halbuki, ikindi namazı, orta namaz olmak için ondan başka en az dört vakit namaz daha bulunmak lâzımdır ki, ikindi namazı onların ortasında bulunmuş olabilsin.

Maamafih orta namazı, beş vakit namazdan her hangisi olmak üzere kabul edilse yine ortada bulunabilmesi için diğer namazların dört vakit olması icabeder. Meselâ: Sabah namazı, orta namazı olsa akşam ile yatsı ve öğle ile ikindi namazları arasında bulunmuş olur, diğer namazlar da böyledir. Diğer bir açıdan da orta namazı olması ihtimalinden dolayı hepsine karşı uyanık ve hazır bulunması gereğine bir işareti içermektedir.









239. Fakat korkarsanız yayan veya suvâri olarak -namazınızı kılın- emin olduğunuz zaman ise Allah Teâlâ'yı sizlere bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise öylece zikrediniz.

239. Bu âyeti kerime de namaza ait bazı dinî müsaadeleri beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey mü s l uman I ar! Namazlarınızı bilinen şekliyle kılarsınız. (Fakat korkarsanız) yâni bir düşmandan veya yırtıcı bir hayvandan veya başka şeylerden dolayı bir korkuya düşerseniz, namazınızı mümkün olacağı şekilde kılarsınız. Meselâ: Mümkün ise (yayan) olarak kılarsınız, bu mümkün değilse (veya) pek tehlikeli ise (suvâri olarak) kılarsınız. Bu takdirde hem yürüyerek gider, hem de namazınızı kılmaya devam edersiniz, velevki yüzünüz kıble tarafına yönelik olmasın, velevki yalnız işaret suretiyle mümkün olup başka suretle kılmamasın. (Emin olduğunuz zaman ise) bu korkudan kurtulup selâmet sahasına erdiğiniz zaman ise (Allah Teâlâ'yı sizlere bilmediğiniz şeyleri) meselâ: namaz, niyaz gibi ibâdetleri ve sair vazifelerinizi (nasıl öğretti ise) Yüce Peygamber'i vasıtasıyle, Kur'ân-ı Kerim vasıtasıyle nasıl öğretti ve telkin etti ise (öylece zikredin) öylece yapmaya çalışın, sizin selâmetiniz dünya ve âhiret saadetiniz, bütün ilâhî emirleri yerine getirmemize bağlıdır. İşte onlardan biride şudur.









240. Sizden vefat edip de eşlerini terkedenlere eşleri için bir seneye kadar evlerinden çıkmamak üzere bir meta vasiyet etmiş bulunmalıdırlar. Şayet eşler çıkarlarsa onların kendi nefisleri hakkında meşru şekilde yapacakları şeyden dolayı sizin üzerinize bir günah yüklenmez. Ve Allah Teâlâ azizdir, hakimdir.

240. Bu âyeti kerime İslâm'ın başlangıcında kocaları vefat eden kadınlar hakkında yapılacak muameleyi beyan etmektedir. Şöyle ki: Evvelce bir erkek vefat edince karısı mirasa nail olamazdı. Ancak kocasının vefatında evinden çıkmayıp orada bir sene kalmak isterse bu müddete ait nafakasını vasiyet etmekle kocası mükellef idi. Kadın böyle beklerse bu nafakaya hak kazanırdı. Beklemez de daha evvel çıkarsa bu nafakaya hakkı olamazdı. Daha sonra eşlerinde miras almaları hakkındaki âyeti kerime nazil olunca bu vasiyet hükmü yürürlükten kaldırılmış kadınların lehine olarak miras hükmü cereyana başlamıştır. Bu âyeti kerime de buyuruluyor ki: Ey müslümanlar! (İçinizden vefat edip de eşlerin! terkeden) erkek (ler, eşleri için bir sene kadar evlerinden çıkmadıkları takdirde bir meta) bir nafaka ve elbise (vasiyet etmiş bulunmalıdırlar.) Maamafih eşler istedikleri gibi hareket edebilirler. (Şayet zevceler) böyle bir sene durmaz da (çıkarlarsa onların kendi nefislerinde yapacakları meşru bir şeyden) meselâ süslenmelerinden, bir sene iddet beklememelerinden ve bu suretle bir senelik nafakalarını alamayacaklarından (dolayı) ey vefat eden şahsın velileri, mirasçıları!., (sizin üzerinize bir günah yoktur.) Onlar kendi haklarını kullanmış olurlar. (Ve Allah Teâlâ azizdir) mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur, kudreti herseye kâfidir. Ve o Yüce Yaratıcı (hakimdir) her fi'li, her emri bir hikmete dayalıdır ve o fiillerinden dolayı sorumlu tutulamaz. Binaenaleyh onun bütün, emir ve yasaklarına uymaya çalışmalıyız.









241. Boşanmı? kadınlar için meşru şekilde bir meta vardır ki, bu korunanlar üzerine bir haktır.

241. Bu âyeti kerime, İslâm dininin kadınları ne kadar himaye buyurduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Gerek elmadan önce ve gerek sonra (boşanmış kadınlar için) kendilerini boşamış olan kocaları üzerine (meşru şekilde) imkân ölçüsünde, halleriyle mütenasip adete uygun biçimde (bir meta) bir nafaka veya müt'a (vardır ki, bu) nafakayı temin etmek ve müt'a vermek (takva sahibi) mü'min kullar (üzerine bir haktır) bunu kendileri vermezlerse mahkeme vasıtasıyle elde etme cihetine gidilebilir. '236) ınca âyeti kerimeye de bakılabilir!..









242. İşte Allah Teâlâ âyetlerini böyle beyan buyuruyor, tâki aklınızla düşünüp anlayasınız.

242. Bu âyeti kerime bizleri tefekküre, düşünmeye ve dinî hükümlerimizi güzelce fikretmeye sevketmektedir. Çünkü bütün dinî hükümler, birer hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Bunların bu yüksek mahiyetlerini ancak akıl ve bilgisini güzelce kullananlar hakkıyla anlayabilir. Evet... Buyuruluyor ki: (İşte Allah Teâlâ âyetlerini) hayat= ve ölümden sonrasına dünya, âhirete ve aile hayatına ait hükümleri, delilleri (böyle beyan buyuruyor. Tâki aklınızla düşünüp anlayasınız) aklınızı güzelce kullanarak düşünesiniz ve tefekkürde bulunasınız. Cenab-ı Hakkın kutsî hükümlerine uyma konusunda kusur etmeyesiniz. Bütün bu gibi içtimaî meselelerdeki hukukî hikmetleri de güzelce anlayarak gereklerine göre hareket edesiniz. Çünkü insanlık cemiyetinin asıl selâmet ve saadeti bu sayede mümkün olur.









243. Görmedin mi o kimseleri ki, onlar binlerce kişi oldukları halde ölümden sakınarak yurtlarından çıktılar. Allah Teâlâ ise onlara ölünüz diye emretti. Sonra da onları diriltti. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ insanlar hakkında lütuf sahibidir. Fakat insanların pek çokları şükretmezler.

243. Bu âyeti kerime, insanları tahammüle sevketmektedir, ve takdir edilen şeylere aykırı hareketlerin, sahiplerine fâide vermeyeceğine işarette bulunmaktadır. Rivayete göre israiloğullarından bir gurup ki, sayıları on bin veya otuz bin veya daha fazla idi, taun hastalığından korkarak yurtlarını terketmişlerdi veyahut bunları hükümdarları cihada davet etmişti, bunlar ise öleceklerinden korkarak firar etmişlerdi. Cenabı Hak ise bunları öldürdü, seksen gün veya daha ziyâde ölü olarak kaldılar, sonra peygamberleri, Hızkıl aleyhisselâm'ın duasiyle bunlar yeniden hayat buldular. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Görmedin mi) yani görmüş gibi şu garip hâdiseden haberdar olmadın mı (o kimseleri ki, onlar binlerce kişi oldukları halde ölümden kaçınarak) bulaşıcı bir hastalıktan veya savaşa iştirakten korkup (yurtlarından çıktılar) başka bir yere can attılar. (Allah Teâlâ ise onlara ölünüz diye emretti) onların ölmelerini irade buyurdu, onlar da derhal öldüler. Firarları kendilerine fâide vermedi. Fakat Cenab-ı Hak, kudret ve hikmetini bütün insanlığa göstermek için (sonra da onları diriltti) onlara ilâhî kudretinin yüceliğini anlattı, onlara bir ibret dersi verdi, Allah'ın kazasından kaçınmaya imkân bulunmadığını anlattı. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlar hakkında ikram) ve kerem (sahibidir). Bütün emirleri ve yasakları onların hakkında sırf hayırdır. Artık onlar bunun şükrünü yerine getirmeye çalışmalı değil midirler?. (Fakat insanların pek çokları şükretmezler.) Bu şükür görevini ifaya koşmazlar. Böyle bir durum ise bir nankörlük alametidir. Velhâsıl: Bu hâdise, öldükten sonra dirilmenin vukuuna dair bir ilâhî delildir, insanları uyanmaya davete bir vesiledir. Yapılması gereken bir cihada iştiraktan kaçınmanın uygun olamıyacağına dâir bir delildir. 244. Ve Allah yolunda muharebede bulunun ve biliniz ki. Allah Teâlâ semidir, âlimdir.

244. Bu âyeti kerime, hak yolundaki cihâdın lüzumunu, ehemmiyetini bildirmektedir. Buyrulmu; oluyor ki: Ey müslümanlar!. Hak'ka tevekkül ediniz. (Ve Allah yolunda muharebede bulunun) tâki, dine hizmet etmiş ve Allah'ın dinini yüceltmeye çalışmış olasınız. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ semidir) cihada koşanların da, ondan kaçanların da sözlerini i; it ir ve Hak T e al â (alimdir.) Hepinizin hallerini, gönülle rinde kileri bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir.









245. Kimdir o kimse ki. Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bu-lunur, Allah Teâlâ da ona kat kat fazlasıyla ihsan buyurur. Ve Allah Teâlâ sıkar ve açar ve ona döndürüleceksinizdir.

245. Bu âyeti celile de hak yolundaki fedakarlığın ne kadar fazla mükâfata vesile olduğunu şöylece gösteriyor: (Kimdir o kimse ki) o hakikî müslüman ki (Allah için) hak yolunda, (güzel bir ödünç ile) cihada malını sarfetmek, fukara ve yoksullara Allah rızası için infakta bulunmak gibi bir suretle (ödünç de bulunur) Allah yolunda malını ve nefsini harcar (Allah Teâlâ da ona) o salih, fedakâr kuluna (kat kat fazlasını ihsan buyurur) yâni böyle bir güzel amele birçok sevaplar verir ki, bunun miktarını ancak Cenâb-ı Hak bilir. Bir kavis göre bire yedi yüz misli mükâfat ihsan eder. Elverir ki, amel iyi niyete dayalı, Allah'ın rızasına uygun olsun. (Ve Allah Teâlâ sıkar ve açar) yâni dilediği kulunu dar bir rızka müptelâ eder ve dilediği kulunu bol bir rızka kavuşturur. Bu ilâhî hikmetin gereği olan bir imtihandır. Bunu güzelce kabul etmek lâzımdır. (Ve ona döndürüleceksinizdir) dünya hayatına nihayet verilecek, bütün insanlık âlemi âhirete sevk olunacaktır, herkes o âlemde lâyık olduğu mükâfat ve cezaya uğrayacaktır. Artık bunu düşünmeli, ona göre daha elde fırsat varken cihat gibi, fakirlere yardım gibi güzel amellerde bulunmalıdır.









246. Görmedin mi Musa'dan sonra İsrail Oğullarından olan bir cemaati, ki onlar kendi peygamberlerine: Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda muharebe edelim dediler. Peygamberleri de dedi ki: Üzerinize muharebe farz kılınsa muharebe etmiyecek olmayasınız? Dediler ki: Biz ne için Allah yolunda muharebe etmeyelim, biz yurtlarımızdan, evlâdımızdan çıkarıldık - uzaklaştırıldık. Fakat vaktaki, onların üzerlerine muharebe farz kılındı, onlar içlerinden birazı müstesna geri dönüverdiler. Allah Teâlâ ise o zâlimleri hakkıyla bilicidir.

246. Bu âyeti kerime, bir tarihî olayı bizlere bir ibret ve uyarı vesilesi olmak üzere şöylece beyan buyurmaktadır. Ey mü'min kulum!. (Görmedin mî?) görmüş gibi kıssalarına vakıf olmadın mı? (Musa'dan sonra İsrail Oğullarından olan bir cemaati) onların ileri gelen bir gumbu (ki, onlar kendi peygamberlerine) müracaat ederek (bize bir hükümdar) bir kumandan (gönder de) tayin et de (Allah yolunda muharebe edelim dediler. Peygamberleri de) meşhur olan görüşe göre İsmail aleyhisselâm da onlara (dedi ki: Üzerinize muharebe farz kılınırsa muharebe etmeyecek olmayasınız?) Bilahara bu sözünüzde acaba duracak mısınız? Onlar da (dediler ki: Biz ne için Allah yolunda muharebe etmeyelim?) Ne için böyle bir vazifeyi yerine getirmeyelim? Özellikle bizler düşmanlarımız tarafından (yurtlarımızdan, evlâtlarımızdan çıkarıldık) onlardan uzaklaştırıldık, birçok mahrumiyetlere uğradık (fakat) bunlar bu sözlerinde durmadılar (vaktaki, onların üzerlerine muharebe farz kılındı) korkmaya, canlarını düşünmeye başladılar (onlar, içlerinden birazı müstesna) olmak üzere harpten (gerî dönüverdiler) savaştan yüz çevirdiler. Artık bunlar böyle sözlerinde durmadıkları kendi varlıklarını müdafadan kaçındıkları Peygamberlerinin emrine muhalefet eyledikleri cihetle zulmedici oldular. (Allah Teâlâ ise o zâlimleri hakkıyla bilicidir.) Onların bu hareketleri Allah tarafından bilinmektedir, ona göre ceza göreceklerdir. Tarihen sabit olduğu üzere Musa aleyhisselâmdan sonra İsrail Oğullarının hayat düzenler! bozulmuş, birçok hatâlarda bulunmuşlar, doğru yoldan çıkmışlardı. Allah Teâlâ da onlara "câlut" kavmini musallat etmişti. Bu kavim Mısır ile Filistin arasındaki sahillerde otururlardı. Bunlara "âmâlika" denilmektedir. Bunlar, İsrail Oğullarına galip gelmişler ve birçok yerleri istilâ eylemişler.

birçok esir almışlar, İsrail Oğulları üzerine ağır vergiler koymuşlardı. O zaman İsrail Oğulları arasında bir peygamber yoktu. Bilahara kendilerine Allah tarafından işmuiI veya Şem'un aleyhimesselâm, peygamber gönderildi. Bu zata karşı da cephe aldılar, eğer sen peygamber isen bize bir hükümdar tayin et de cihada atılarak kendimizi kurtaralım dediler. Bunun üzerine "Talüt" ismindeki bir zat Beni İsrail'e hükümdar tayin edilmiş, bu sayede birçok fetihler elde etmişler, amalikanın "Câlut" denilen kumandanını tepelemişler, onların tecavüzlerinden kurtulmuşlardı. Nitekim '2511 inci âyeti kerime bu hususu bildirmektedir.







247. Ve onlara Peygamberleri dedi ki: İşte Allah Teâlâ size hükümdar olmak üzere Talütu gönderdi, dediler ki: Bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olabilir? Halbuki, biz mülke ondan daha haklıyız. Kendisine malca da bir genişlik verilmiş değildir. Peygamberleri de dedi ki: Şüphesiz Allah Teâlâ onu sizin üzerinize seçmiştir. Ve ona ilim ve cisim itibariyle de bir fazla genişlik vermiştir. Ve Hak T e al â mülkünü dilediğine verir. Ve Yüce Allah h erseyi kuşatıcıdır ve bilicidir.

247. Bu âyeti kerime, Malikiyet ve hâkimiyete kimlerin lâyık olup olmadıklarına işaret etmektedir. Şöyle ki: (Ve onlara) o İsrail Oğullarından olan cemaate (Peygamberleri) olan işmuil aleyhisselâm veya diğer bir Peygamber (dedi ki) siz düşman ile savaşmak için bir kumandan istiyorsunuz (işte Allah Teâlâ size hükümdar) reis, kumandan (olmak üzere Talütu gönderdi) onunla beraber savaşta bulununuz. (Dediler ki: Bizim) nesebce, servetçe, ailece mevkiimiz yüksektir. Artık bizim (üzerimize onun) bir fakir, nesebce düşkün olan T al üt un (hükümdar olması nasıl olabilir?) Mülkün idaresi ona nasıl verilebilir? (Halbuki, biz) sahip olduğumuz vasıflar itibariyle (mülke ondan daha haklıyız) o bizim gibi bir peygamber veya bir hükümdar sülâlesinden değildir. (Kendisine malca da bir genişlik verilmiş değildir.) Bu kendini beğenmiş cemaate hitaben (peygamberleri de dedi ki: Şüphesiz Allah Teâlâ onu sizin üzerinize seçmiştir.) Elbette bu seçimi bir hikmet ve menfaat icabıdır. Buna kim itiraz edebilir? (Ve) maamafih (ona) Talütu (ilim ve cisimce de bir fazla genişlik vermiştir.) Mülkün nizamını tanzim, siyaseti güzelce idare için ilim lâzımdır. Düşmana karşı koymak için beden kuvveti, ruh üstünlüğü lâzımdır. Bu özellikler ise Talütda mevcuttur. Bu hususta yalnızca bir neseb ve maddî ve bir servet kâfi değildir. (Ve) maamafih bütün bu kâinat Allah indir, artık (Allah Teâlâ mülkünü dilediğine verir) buna kimse mâni olamaz. Buna itiraza kimse selâhiyetli değildir. (Ve Allah Teâlâ herşeyi kuşatıcıdır) onun lütfü ve ihsanı pek geniştir, dilediğine fazla nimet, fazla selâhiyet verir. (Ve) o Yüce Yaratıcısı (bilicidir) herşeyin mahiyetini, liyakatini, mülke lâyık olup olmadığını bilir ve ona göre ilâhî iradesi tecelli eder. Bizler her hadisenin iç yüzünü, meydana geliş hikmetini bilemeyiz, bizim için Allah'ın takdirine teslimiyetten başka kurtuluş çaresi yoktur.









248. Ve onlara peygamberleri dedi ki: Şübhesiz T al I üt un hükümdarlığına açık alâmet, size tabutun gelmesidir ki, onda Rabbiniz tarafından bir s e ki net vardır ve Musa ile Harun hanedanının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu mele ki er yükleneceklerdir. Eğer siz mü'minler iseniz şüphe yok ki, onda sizin için kesin bir delil vardır.

248. Bu âyeti kerime, vaktiyle İsrail Oğullarını ikaz etmek için gösterilmiş olan bir hârikayı bildirmektedir. Şöyle ki: İsrail Oğullarına, Talüt, hükümdar tayin edildi (ve onlara peygamberleri) olan zat (dedi ki: Şüphesiz Talütun hükümdarlığına) o makama lâyık olmasına (açık alâmet, size tabutun) harikulade bir surette yeniden (gelmesidir ki) o tabutta veya onun bu gelmesinde (rabbiniz tarafından bir sekine!) bir emniyet ve itimat, o makama lâyık olmasına dair sizde meydana gelecek bir kanaat (vardır ve) onda (Musa ile Harun ailesinin) veya bizzat kendilerinin (bıraktıklarından bir kalıntı vardır.) Bunlar Hz. Musa'nın asası ve Tevrat'ın bazı levhaları gibi şeylerdir. (Onu) bu tabutu (melekler yükleneceklerdir.) onu getirip Talüta teslim edeceklerdir. (Eğer siz mü'minler iseniz şüphe yok ki, onda) o tabutun böyle gelişinde (sizin için kesin bir delil) Talütun hükümdarlığa lâyık olduğuna ve bu hususta ilâhî hükmün geldiğine dair açık bir delil ve işaret (vardır.) Artık bundan bir uyarı dersi alınız. Din yolunda sebat ve metanet gösteriniz, Cenâb-ı Hakkın yardım ve lütfunu bekleyiniz. Dindar olan zatlara lâyık olan hareket de bundan ibarettir.

§ Tabuttan maksat, Tevrat'ın sandukudur. Bu tabutun Hz. Adem'den intikal ederek Hz. Musa'ya ulaştığı rivayet olunuyor. Bunun içinde bırakılanlardan maksat da bir rivayete göre Hz. Musa'nın asası ile bazı tevrat levhaları ve Hz. Harun'un asası ile sarığı ve bir ölçek kudret helvası idi. Hz. Musa: Bu tabutu muharebelerde ordusunun önünde bulundururmuş, bu ordu için manevî bir kuvvet ve bir güven temin edermiş. Bilahara İsrail Oğulları Calüta mağlûb olunca bu mübarek tabut ellerinden çıkmış, bunu Câlut alıp kendi ülkesine götürmüş, bunu pis yerlere atmışlar, bu yüzden bazı belâlara uğradıklarını görmüşler, bu sebeple uğursuz sayarak tabutu şehir dışına almışlar, Cenâb-ı Hak da bu tabutu dört melek vasıtasiyle yine i s rai i Oğullarının yurtlarına göndermiş. T al üt un hükümdarlığına bir alâmet olmak için onun hanesine bıraktırmıştır.







249. Vaktaki Talût, ordusu ile hareket etti. Dedid ki: Allah Teâlâ sizi bir ırmak ile imtihan edecektir. İmdi her kim ondan içerse benden değildir ve her kim ondan tatmazsa o şüphesiz bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan müstesna. Fakat onlardan birazı müstesna olmak üzere hepsi de ondan içiverdiler. Vaktaki Talût, ve beraberindeki mü'minler ırmağı geçtiler. Dediler ki: Bizim bugün Câlut ile ordusuna karşı gücümüz yok. Allah Teâlâ'ya kavuşacaklarına kanaat getirenler ise dediler ki: Nice az bir fırka, nice çok fırkalara Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Ve Allah Teâlâ sabredenler ile beraberdir.

249. Bu âyeti kerime, kalp sağlamlığı ve din kuvvetine hakkıyla sahip olanlarla olmayanlar arasındaki farkı şöylece gösteriyor. (Vaktaki, Talüt) harb için yurdundan çıkıp (ordusu ile beraber hareket etti) askerlerine hitaben (dedi ki: Allah Teâlâ sizi bir ırmak ile imtihan edecektir) sizden itaatkâr olanlar ile âsî olanları ortaya çıkaracaktır. (İmdi her kim ondan) o ırmağın suyundan (içerse benden değildir), bana tâbi olanlardan bulunmamıştır. (Ve her kim ondan tatmazsa o şüphesiz bendendir), bana tâbi olanlardandır. (Ancak eliyle bir avuç alan) onunla yetinen (müstesna) O bununla bu emre muhalefet etmiş olmayacaktır. (Fakat onlardan) o ordu fertlerinden (birazı müstesna olmak üzere hepsi de ondan içiverdîler.) Derken hararetleri arttı, takatleri kesildi, korkuları arttı, ırmağın kenarında kalıverdiler. Rivayete göre bunların sayısı dört bin idi. Irmağı geçenler de Uhud mücahidleri kadar, yani üç yüz on zâttan ibaretti. (Vaktaki Talût ve beraberindeki mü'minler ırmağı geçtiler) düşmanın çokluğun görünce (dediler ki, bizim bugün Câlut ile ordusuna karşı gücümüz yok), birçok arkadaşlarımız geride kaldılar, artık onlarla savaşta muvaffak olabilir miyiz?.. Fakat içlerinden (Allah Teâlâ'ya kavuşacaklarına kanaat getirenler ise) daha ziyade ruhsal kuvvete sahip olan mücahitler ise (dediler ki: Nice az bir fırka, nice çok fırkalara Allah'ın izniyle) yardımıyle (galip gelmiştir.) Bir de az olduğumuz halde o fertleri, çok düşmana Allah'ın yardımı sayesinde galip olabiliriz. Korkmaya mahal yok. (Ve Allah Teâlâ sabredenler ile beraberdir) onlara yardım eder, kolaylık verir. Bizler de hak yolunda sebat etmeliyiz ki, Allah'ın sevgisine kavuşabilelim.









250. Vaktaki Câlut ile askerlerine karşı meydana çıktılar, dediler ki: Ey Rabbimiz!. Üzerimize sabır yağdır ve ayaklarımızı sabit kıl ve bizlere o kâfirler güruhu üzerine yardım ver.

250. Bu âyeti kerime, tehlikeli hâdiselerden dolayı Cenâb-ı Hak'ka nasıl yakarma ve niyazda bulunulacağını göstermektedir. Şöyle ki: Talût ile beraberindeki mü'minler (vaktaki Câlut ile askerlerine karşı meydana çıktılar) düşman ordusunun çokluğunu görünce Cenâb-ı Hak'ka yalvarmaya başladılar, niyazda bulunarak (dediler ki: Ey Rabbimiz!. Üzerimize sabır yağdır) kalblerimize kuvvet ver, bizlere tahammül nasip et (ve ayaklarımızı sabit kıl) harp meydanında bizlere kararlılık ve kudret ver. (Ve bizlere o kâfirler güruhu üzerine yardım ihsan buyur.) Ne mübarek bir dua. Demek ki, insan, bir mühim hâdise karşısında kaldı mı, evvelâ sabretmeli, sonra sebatta bulunmalı, neticesinde de Allah'ın yardımına kavuşmayı niyaz eylemelidir.







251. Hemen onları Allah Teâlâ'nın izniyle hezimete uğrattılar ve Davut, Câlut'u öldürdü ve Allah T e âlâ ona mülk ve hikmet verdi ve dilediğinden ona öğretti. Ve eğer Hak Teâlâ'nın insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı yer yüzü mutlaka fesada uğramış olurdu. Fakat Allah Teâlâ âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir...

251. Bu âyeti celile de duaların kabul olacağını ve cihadın meşru hikmetini göstermektedir. Şöyle ki: T al üt ile ordusu dua ve niyazda bulunup (hemen onları) Câlut ile ordusunu (Allah Teâlâ'nın izniyle) irade ve takdiriyle (hezimete uğrattılar) o koca ordu bu az kuvvet tarafından mağlûb edildi (ve Davut) Aleyhisselâm da (Calütu öldürdü. Ve Allah Teâlâ ona) Davüd Aleyhisselâm'a (mülk ve hikmet verdi) ona peygamberlik ve saltanat nasip etti. Bu ikisini birleştiren İlk peygamber, Hz. Davut'dur. (ve) Cenab'ı Hak (dilediğinden ona öğretti) Hz. Davud'a Zebur kitabını verdi. Ona memleketini idare için lâzım gelen bilgileri öğretti, ona pek güzel bir ses verdi, demirleri yumuşatıp zırh yapmak san'atım öğretti. O da zırh yapar, satar, maişetini onunla temin eder, devletin hazinesine yük olmazdı. Ve cihad sahalarına atılarak adaleti temin etmeye çalışır, Allah'ın dinini yüceltmek için koşar dururdu. (Ve eğer Allah Teâlâ'nın insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı) aralarında vakit vakit mücadeleler olup âlemi isi âh etmeye çalışan zümreler bulunmasaydı (yer yüzü mutlaka fesada uğramış olurdu.) Yer yüzünde adale,: ve intizamdan, temizlik ve dinden eser kalmazdı. Bütün fesatçılar, umuma karşı zorbalığa devam eder dururdu. (Fakat Allah Teâlâ) bütün (âlemler üzerine) özellikle akıl sahipleri olan insanlar hakkında (lütuf ve kerem sahibidir) vakit vaki iyi kullarına yardım eder, onların vasıtasiyle yer yüzünde birçok fesatların ortaya çıkmasına meydan vermez, insanlığa hak ve hakikati, bildirecek zatları yaratır, insanları uyanmaya, hak ve hakikati müdafaaya davet buyurur. İşte cihadın meşrutiyet! de bu gibi hikmetlere dayanmaktadır. Bütün bunlar Cenab'ı Hak'kın insanlık için birer lütuf ve kereminden başka değildir. Ne mutlu bunlardan istifadeye kabiliyetli olanlara.

§ Davut Aleyhisselâm, Yakup Aleyhisselâm'ın oğlu Yehuda'nın neslindendir. Babasının adı Iyşadır. Bu zat on üç oğlu ile beraber Talüt'un ordusunda bulunmuştu. Hz. Davut, bunun en küçük oğlu idi. Câlut kendisiyle düello etmek için Talüt'tan er istemişti. Bu karşılıklı cengi Hz. Davut, üzerine almış ve harp meydanına atılıp Calüt'u öldürmeye muvaffak olmuştur. Bunun üzerine Talüt da kırım Hz. Davut'a vermiş ve Talüt'un vefatında yerine Hz. Davut geçerek kırk sene hükümdarîıkta bulunmuş, bütün İsrail Oğulları onun idaresi altında toplanmıştı, Işmuil Aleyhisselâm'ın vefatından sonra da Hz. Davufc'a peygamberlik verilmiştir. Hz. Davut, Kudusî Şerifi, Haleb'i, Nusaybin'i, Uruman beldelerini, Ermenistan'ı zaptetmiş, KUUSI Şerifi başkent yapmıştı. Yetmiş yaşında olarak vefat etmiştir. Ölümü Hz. Musa'nın vefatından beş yüz otuz beş sene sonraya tesadüf etmektedir.

Hz.Davut'a verilen Zebur !■ itabı, hep öğütleri, ilahiyat! ve Allah'a yakarışları içine alıyordu. Şftr'î hükümleri kapsamıyordu. Hz. Davut da Musa Aleyhisselâm'ın şeriatiyle amel etmiştir.









252. İşte bunlar Allah Teâlâ'nın ayetleridir. Bunları sana hak olarak okuyoruz. Sen de şüphe yok ki gönderilmiş olan peygamberlerdensin.

252. Bu âyeti kerime, Kur'ân'ın açıklamalarının gerçeğin ta kendisi olduğunu bildirmekte ve Rasûli Ekrem'in peygamberliğini beyan etmektedir, şöyle ki: (İşte bunlar) Kur'ân'ı Kerim'de zikredilen bu kıssalar, eski ümmetlere ait tarihî olaylar, özellikle Talüt, Câlut hadisesi (Allah Teâlâ'nın ayetleridir) bundan ibret alınması icap eder. (Bunları sana hak olarak) gerçeğin ta kendisi olarak, kimsenin inkârına imkân bulunmayacak bir surette (okuyoruz) bunları Cibrili Emin vasıtasiyle sana arka arkaya inzal eyliyoruz. Bunlarda ne kitap ehli, ne de tarihçiler şüphe edemez. Bunlar, önceki kitaplarda da zikredilmiştir. (Sen de) Habibim Ya Muhammedi (Şüphe yok ki) Yüce Katımdan (gönderilmiş olan peygamberlerdensin.) Evet... Yâ Resülallah! Sen peygamberlerin en faziletlisi ve sonuncususun. Sana nazil olan ve bir sonsuz mucize olan Kur'ân'ı Kerim, buna en parlak bir delildir. Artık bütün insanlığın sana tâbi olmaları lâzımdır. Bütün insaniyet âleminin ebedî saadeti ancak sana tâbi olmakla mümkündür







253. O resuller yok mu, biz onların bazılarını bazıları üzerine faziletli kıldık. Onlardan kimi vardır ki. Allah Teâlâ onunla konuşmuştur. Bazılarına da yüksek dereceler vermiştir. Meryem'in oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu ruhulkuds ile destekledik. Eğer Allah Teâlâ dileseydi onlardan sonrakiler, kendilerine o açık deliller geldikten sonra birbirini öldürüp durmazlardı. Fakat ihtilâfa düştüler, artık onlardan kimi imân etti ve onlardan kimi de kâfir oldu ve eğer Allah Teâlâ dilemi; olsaydı birbirlerini öldürmezlerdi ve lâkin Hak T e al â neyi irade ederse onu yapar.

253. Bu âyeti kerime, Yüce Peygamberlerin aralarındaki farka ve ümmetler arasındaki ihtilâfların hikmetine işaret etmektedir. Şöyle ki: (O) kıssaları zikrolunan (resuller yok mu, biz onların bazılarını bazıları üzerine faziletli kıldık.) Her ne kadar onlar nübüvvet ve risâlet itibariyle aynı iseler de bazı şahsî özelliklerden dolayı, bir kısım ilâhî lütuflara kavuşmaları sebebiyle aralarında fark vardır. (Onlardan kimi vardır ki. Allah Teâlâ onunla) vasıtasız olarak (konuşmuştur) mekândan, harf ve sesden uzak olarak emirlerini bizzat tebliğ buyurmuştur. Nitekim Hz. Musa'ya Turisinada, bizim peygamberimize de Miraç gecesinde bizzat hitap buyurmuştur. (Bazılarına da yüksek dereceler vermiştir.) Bu yüksek derecelere sahip olan en büyük peygamber ise Hz. Muhammed'dir. Allah'ın s al at ve selâmı üzerine olsun. O son peygamberdir, onun şeriatı önceki şeriatleri ortadan kaldırmıştır. O sidretülmüntehaya yükseltilmiştir. O makamı mahmudun sahibidir, onun ümmeti, bütün ümmetlerden fazladır. Binaenaleyh Rasûli Ekrem Efendimizin dereceleri bütün peygamberlerin derecelerinden üstündür. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (Meryem'in oğlu İsa'ya da açık deliller verdik.) Ona incil'i Şerif verilmiştir. O ölüyü diriltme, bir takım hastalıkları iyileştirme ve bir takım gaybdan haber verme gibi mucizelere nail olmuştur. (Ve onu ruhulkudüs ile) temiz bir ruh ile veya İncil gibi bir semavî kitap ile veya Cibrili Emin ile (destekledik) takviye buyurduk. (Eğer Allah Teâlâ dileseydi onlardan) o peygamberlerden (sonrakiler) muhtelif ümmetler (kendilerine o açık deliller) o açık mucizeler, o görünen âyetler (geldikten sonra) uyanır, aralarında güzel bir din bağı bulunur, karşılıklı dayanışma içinde yaşarlardı. (Birbirini öldürüp durmazlardı) aralarında ayrılıklar, mücadeleler görülmezdi. (Fakat ihtilâfa düştüler) hepsi de akıllarını, irâdelerini güzelce kullanarak bir birlik dairesinde toplanmadılar. (Artık onlardan kimi) akıllıca hareket edip Cenab'ı Hak'ka (imân etti) peygamberine tâbi oldu. (Ve onlardan kimi de kâfir oldu) nefsinin kötü düşüncelerine mağlûp olarak imân şerefinden mahrum kaldı. (Ve eğer Cenab'ı Hak dilemiş olsaydı birbirlerini öldürmezlerdi.) Fakat Hak Tealâ Hazretleri hikmeti gereği insanlara bir cüz'î irade, bir seçme hürriyeti vermiştir. Bir kul bu iradesini, seçme hürriyetini ne tarafa sarfederse Cenab'ı Hak bunu ezelî ilmiyle bildiği için onu bu suretle yaratır. Bu imtihan dünyası, onu gerektirmektedir. Binaenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, insanların aralarında savaş olmamasını dilemiş olsaydı bunda zorlama olurdu. İnsanlarda bir irade bulunmamış olurdu. Bu halde itaat eden ile isyan eden ortaya çıkmış olmazdı. Böyle bir "hal ise mükellefiyet esasına tersdir, artık insanlar kendi iradelerini hayra, ittifak ve birleşmeye yöneltirlerse Cenâb-ı Hak da onu meydana getirir, bilâkis şerre, nifak ve ayrılığa sarf eylerler ise Hak Tealâ da onu o şekilde irâde buyurmuş olur. Maamafih Cenâb-ı Hak irâdesinde hürdür. Herhalde bir şeyi irade edip onu yapmağa mecbur değildir. (Velâkin Hak Tealâ neyi irade ederse onu yapar) varlık ve yoklukla ilgili işlerden hangisini irâde buyurursa onu meydana getirir. İşte savaşı ortadan kaldırmayı irâde buyurmaması da bu cümledendir. Bu hikmetin gereğidir. Ve bu, teklif âleminin icaplarındandır.









254. Ey imân etmiş olanlar!. Size rızk olarak verdiğimiz şeylerden infak ediniz. Bir günün gelmesinden evvelki, onda ne alım satım, ne dostluk, ne de şefaat vardır. O kâfirler ise işte zalim olanlar, onlardır.

254. Bu âyeti kerime, cihad ile mükellef olan mü'minlerin hak yolunda infak ile de görevli olduklarını göstermektedir. Şöyle ki: (Ey mü'minler) Ey Allah Teâlâ'ya ve onun peygamberlerine ve İslâm dininin bütün hükümlerine imân et mi; olan m üs l umanlar!. (Size rızık olarak verdiğimiz şeylerden) servetinizden, yiyecek ve içeceklere ait, ihtiyacınızdan fazla mallarınızdan Allah yolunda (infakta bulununuz.) Zekâtınızı veriniz, fakirlere, güçsüzlere sadaka olarak veriniz, icap ettikçe vatanın müdafaası uğrunda mallarınızdan fedakârlıkta bulunmayı bir vazife biliniz. Bunları ifaya çalısınız (bir günün) bir kıyamet vaktinin (gelmesinden evvelki, onda) o kıyamet gününde (ne alım satım) vardır. Bir kimse başkasını bir fidye vererek azaptan kurtaramaz. (Ne dostluk) vardır. Herkes nefsim, nefsim diyerek kendisinden başkasını düşünemez. (Ne de şefaat vardır.) Cenâb-ı Hak müsaade etmedikçe bir kimse başkasına şefaat edemez, onun kurtulmasını temenni etmeye cür'et gösteremez. Bu gibi hakikatleri, kutsal emirleri, vazifeleri inkâr edenler ise, imândan mahrum kimselerdir. Artık (o) gibi (kâfirler ise) öyle zekâtı ve diğer dinî hükümleri inkâr edenler ise (işte) asıl (zâlim olanlar onlardır.) Binaenaleyh öyle zâlimlere bakmayınız, onlar gibi hareket etmeyiniz. Üzerinize düşen vazifeleri yerine getirmeye çalışınız, size bunları emreden Yüce Yaratıcının kudret ve büyüklüğünü mükâfat ve cezasını düşününüz de onun kutsal emirlerine karşı gelmekten sakınınız ki, siz de o gibi zalimlere katılmış olmayasınız.







255. Allah Teâlâ ki, ondan başka bir mabut yoktur. Hayy ve kayyum olan odur. Onu ne uyuklama ne de uyku tutmaz. Göklerde ne varsa yerde ne varsa hep onundur. Onun izni olmaksızın onun yanında şefaat edecek olan kimdir?. O yaratıklarının seçmişleri ve gelecekleri ne varsa hepsini bilir. Ve onun yaratıkları onun dilediğinden başka onun malumatından bir şeyi kavrayamazlar. Onun kürsüsü göklerden ve yerden daha geniştir. Göklerin ve yerin korunması ona ağır gelmez. Ve en yüce ve en ulu olan da ancak odur...

255. Bu âyeti kerime, "ayetülkürsi" adını taşımaktadır ve Allah'ın sıfatlarını bildiren Kur'ân âyetlerinin en yücesi olmakla vasıflanmıştır. Şöyle buyuruluyor ki: (Allah Teâlâ) o en kutsal zat, o Yüce Yaratıcı (ki ondan başka) bir yaratıcı ve ondan başka (bir mabut yoktur) ilahlık ve mâbutluk yalnız ona mahsustur. (Hayy ve kayyum olan odur) ezelî ve ebedî olan hayat onun hayatıdır. Onda yokluk ve zeval asla meydana gelmez. Ve o kendi zâtıyla varlığını devam ettirmektedir, varlığı gerekli olandır. Varlığında hiçbir kimseye muhtaç değildir. Bütün kâinatı yaratma, idare etme ve koruma ona aittir. (Onu ne uyuklama ne de uyku tutmaz.) Ona hâşâ gaflet gelmez, o dâima yaratıkların hallerini bilir. (Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hep onundur.) Hepsi onun mülküdür, onun yaratığıdır. Onun tasarrufu altındadır. (Onun izni olmaksızın onun yanında) onun manevî huzurunda (şefaat edecek olan kimdir?.) Buna kim cesaret edebilir?. Buna kimin selahiyeti olabilir?. Ancak Cenâb-ı Hak'kın müsaadesine nail olan büyük peygamberler ile bir kısım sâlih mü'minler bu şefaat etme ayrıcalığına sahip olacaklardır. (O) Yüce Yaratıcı (yaratıklarının geçmişleri ve gelecekleri ne varsa hepsini bilir) herkesin bütün işlediklerini ve gelecekte işleyeceklerini ilmî ezelisiyle bilmektedir. Her kulunun düşüncelerini, düşünecekleri şeyleri, dünyaya ve âhirete ait işlerini ezelî ilmî kuşatmıştır. (Ve onun) o Yüce Allah'ın (Yaratıkları onun dilediğinden) takdir buyurmuş olduğu şeylerden (başka onun malûmatından) onun ilminin kuşattığı şeylerden (bir şeyi ihata edemezler) kavrayamazlar. Mahlukatın bilgileri sınırlıdır. Ancak Cenâb-ı Hak'kın dilediği miktarı kavrayabilirler. Artık insanlar, o yüce zat hakkında, onun bir nice gizli hikmetleri hakkında kendi kendilerine nasıl hüküm verebilirler?. (Onun kürsüsü göklerden ve yerlerden daha geniştir.) yani onun yüce arşı, onun şanının yüceliği, onun ilmî kapasitesi bütün yaratıkların üstündedir. Hepsini kuşatmıştır. Hiç bir şey onun ilminden, kudretinden, hakimiyetinden hariç kalamaz. (Göklerin ve yerin korunması) bunları muhafaza buyurması, (ona) o kudretli yaratıcıya asla (ağır da gelmez) onun yüce zatı üzülmekten, bir sıkıntıya uğramaktan uzaktır. (Ve en yüce ve en ulu olan da ancak odur) o, yüce mabut, ve hikmet sahibi yaratıcıdır. Binaenaleyh onu bilip tasdik etmek, onun gösterdiği yolu takip eylemek, ona ibâdet ve itaatle vicdanı aydınlatmaya çalışmak bütün insanlık için en birinci vazifedir.

§ Bu âyeti kerime de beyan buyrulan (hay ve kayyum) sıfatları, rivayete göre Allah'ın isimlerinin en büyüğüdür. Bunlara "ismi âzam" denilmiştir.

§ Kürsü; lügatte üzerine bir zatın çıkıp oturacağı bilinen makamdır. Cenâb-ı Hak ise mekâna, oturacak bir yere ihtiyaçtan uzaktır. Onun, kürsüden maksadı ne ise biz onu Allah'ın ilmine havale eder varlığına inanırız. Maamafih bu hususta din bilginlerinin bazı görüşleri vardır. Şöyle ki: Kürsüden maksat, arştır veya arşın altında ve göklerin üstünde bir yüce makamdır. Veyahut kürsüden maksat, Allah'ın saltanatıdır, ilâhî kudret ve hakimiyettir, bütün mahlukatı kuşatan Allah'ın ilminden kinayedir, ilâhî yüceliğini tasvir etmekten ibarettir.

§ Bu âyeti kerimeye "Ayetülkürsü" denilmiştir. Bu Kur'ân'ı Kerimdeki âyetlerin en büyüğüdür. Bu âyeti kerime, Cenab'ı Hak'kın ilâhî sıfatlarını, hakimiyetini, büyüklük ve yüceliğini en beliğ bir şekilde bizlere bildirmektedir. Bizleri hidâyet yoluna sevk için en mükemmel, ilâhî bir rehber mevkiinde bulunmaktadır. Ilâhiyyat ilminin bir özünü içermektedir. Binaenaleyh bunu okumakta birçok faideler vardır. Bunu yatarken, kalkarken kalp huzuru ile okumak, bir mü'min! bir nice felâketlerden korur. Bu hususa dair birçok hadis vardır.







256. Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık her kim şeytana küfreder. Allah Teâlâ'ya îmanda bulunursa kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur ve Allah T e âlâ işitendir, bilendir...

256. Bu âyeti kerime, Islâmiyeti kabul etmek için onun parlak, yüksek mahiyetini düşünmenin kâfi olup bu hususta zorlamaya ihtiyaç bulunmadığını bildirmektedir. Şöyle ki: (Dinde zorlama yoktur) Islâmiyeti kabul etmesi için hiç kimse zorlanamaz ve İslâm dini, hiç bir şey, hiç bir muamele hakkında zor kullanmayı caiz

görmemiştir. Gerek din hususunda ve gerek başka hususlarda zorlama cihetine gidilemez. Malûm olduğu üzere ikrah, bir şahsa hoşlanmadığı, rızası ile kabul etmediği bir şeyi tehdit ile kabul ettirmektir. Binaenaleyh zorlama yoluyla olup gönül rızasıyla kabul edilmeyen İslâmiyet, kabul edilmiş, sahibini mesuliyetten kurtarmış olamaz. Nitekim zorlama neticesi yapılan ibâdetler de Allah katında makbul değildir. Zorlama sonucu Islâmiyeti kabul eden bir kimse -bilâhare inancını düzelterek bu kutsî dini samimiyetle benimsemedikçe- bir münafık olmuş olur. Maamafih böyle bir kimseye kâfir de diyemeyiz. Olabilir ki, kalpleri çeviren Allah Teâlâ onun kalbini imân yönüne çevirmiş, zorlama buna bir vesile olmuştur. Biz görünüşte dil ile yapılan ikrara göre hükmederiz. Kimsenin kalbini teftişe kalkışamayız. (Doğruluk) rüşt, yani: Islâmiyetin hak bir din olduğu, imânın insanı ebedî saadete kavuşturacağı, Cenâb-ı Hak'kın varlığını gösteren bütün âyetler, deliller ile açık ve belli olmuştur. Binaenaleyh bu bakımdan doğruluk (sapıklıktan) "gay"den yani: Küfürden, ebedî mutsuzluğa ve azaba sebep olan dinsizlikten (iyice ayrılmıştır.) Evet!. Peygamberlerin açıklamalarından, ilâhî kitapların içeriklerinden dolayı ve Cenâb-ı Hak'kın varlığına bütün kâinatın şehadet edip durmasından ötürü hakikat ortaya çıkmıştır. Her akıllı insan, bunu düşünüp tasdik edebilir. Artık zorlamaya lüzum yoktur. Herkes geleceğini düşünmeli, dinsizlik yüzünden uğrayacağı uhrevî cezayı nazara almalı, zorlamaya hacet kalmaksızın kendi rizasiyle, temiz kanaatiyle İslâm dinini kabul eylemelidir. Aksi takdirde akıbetini kendisi düşünsün. (Artık her kim Tâğuta küfreder. Allah Teâlâ'ya imanda bulunursa kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur.) Yani bu halde hakikî bir dine sarılmış, ezelî ve ebedî olan bir Yüce Yaratıcının ulûhiyetini tasdik ederek kendi geleceğini emniyete almış, tehlikelerden kendisini kurtarmış olur.

Tâğüt, azgın, taşkınlık yapan, bozguncu kimse demektir. Şeytan bir Tâğüt olduğu gibi Cenab'ı Hak'ki inkâr eden, insanları dinden, ahlâktan mahrum bırakmaya çalışan her şahıs da bir t âğ uttur. Rablık iddiasında bulunan Firavunlar, Nemrutlar ve onların peşine düşmüş olan bozguncu ve tabiat çı kimseler de birer t âğutt ur. Sihirbazlar, kâhinler de bu kabildendirler işte bunların bu durumlarını bilip de kendilerinden kaçınmak, tâğuta küfretmek demektir. Onu inkâr edip hakka yönelmektir. (Ve Allah Teâlâ işitendir) söylenilen sözleri, irşat edici sözler ile saptırıcı lâkırdıları duyar ve Hak Tealâ (bilendir) herkesin içindeki şeyleri bilir, herkesin niyet ve fiillerinden haberdardır, sözlerinde, inançlarında samimî olanlar ile olmayanlar Hak Tealâ'ya tamamiyle malumdur. "Müslümanlıkta cihadın meşruiyeti, Islâmiyeti düşmanlarına kar; ı müdafaa içindir, fitnelerin ortaya çıkmasına meydan vermemek içindir. İslâmiyet in yüceliğini cihana neşretmek ve ulaştırmak içindir, düşmanların hücumundan İslâm ülkelerini korumak içindir. Yoksa başka milletleri zoru zoruna İslâmiyet! kabule sevk için değildir.

Müslümanlıkta zorlama bulunmadığı içindir ki, müslümanlara mağlûp olan milletler, yine kendi dinlerini muhafaza edegelmişlerdir. Hiç biri zorla Islâmiyete sokulmamıştır. Hiç birinin vicdan hürriyetine asla müdahale edilmemiştir. Elverirki, yaptıkları anılaşmalara, verdikleri sözlere uysunlar, bir karışıklığa cür'et göstermesinler. Fakat bir gayrimüslim, ahdini bozarsa veya bir müslüman bilahara dininden döner, başka bir dine girerse elbetteki cezayı hak ederler. Meselâ: Bir müslüman dinden dönünce tevbe etmesi ve af dilemesi kendisine teklif edilir. Buna rağmen yine küfründe İsrar ederse idam cezasına çarptırılır. Bu zorlama meselesi değildir. Belki mensup olduğu İslâm cemiyetinin dinini küçümseyerek ona karşı muhalif bir cephe almış olacağından ve kötü bir örnek teşkil etmiş ve İslâmiyet aleyhinde propaganda yapacağı düşünülmüş olacağından dolayı tatbik edilmesi gereken bir cezadır. Genel nizamî bozmaya meydan vermemek için bunun tatbik edilmesi sosyal siyasetin icaplarındandır. Nitekim: Bir milletin fertlerinden olan her hangi bir şahıs da o milletin kanunlarına muhalif hareketinden dolayı cezaya uğrar, bu ceza, bir cebir ve zorlama sayılmaz, onun vicdanî kanaatine bir müdahale addedilemez. Böyle bir ceza; umumun selâmeti adına bir hikmet ve menfaat gereğidir.







257. Allah Teâlâ imân edenlerin velisidir. Onları zulmetlerden nura çıkarır. Kâfir olanların velileri ise tağuttur. Onları nurdan zulmetlere çıkarırlar. İşte onlar cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalan kimselerdir.

257. Bu âyeti kerime, imân ehli ile küfür ehlinin hallerini göstermekte, bu suretle insanlığı aydınlatma ve uyarma lütfunda bulunmaktadır. Şöyle ki: (Allah Teâlâ) Yüce zatına (imân edenlerin velisidir) onların yardımcısıdır, onların muhafızıdır. (Onları zulmetlerden) cehaletten, kötü itikattan, kötü eğilimlerden koruyarak (nura) hidayete, imân nuruna ve saadet alanına (çıkarır.) Onları manevî karanlıklardan kurtararak ebedî aydınlığa iletir. (Kâfir olanların) küfürleri Allah'ın ilminde sabit bulunanların (velileri ise tâğut'tur) şeytandır, diğer saptırıcı kimselerdir, Kab Ibni Eşref gibi dinsiz reislerdir. (Onları) o küfrü kabul edip aslî yaratılışlarına muhalef eyleyenleri (nurdan) hidayetten, tabii ışıktan veya müşahede edip durdukları mucizelerin aydınlığından mahrum bırakarak (zulmetlere) küfür ve isyan karanlıklarına, cehalet ve dalâlet vadilerine (çıkarırlar.) Onları ebedî bir felâkete uğratırlar. Evet!. Şeytanlara, şeytan tabiatlı kimselere aldanıp uyanlar kendi sağlam yaratılışlarını kaybederler, dinin nuruyla aydınlanmaya kabiliyetli oldukları halde o iğfal eden kimseler yüzünden bu kabiliyetlerini elden çıkararak küfür ve günah karanlıklarına düşmüş olurlar. Her türlü yasağı işlerler, nihayet bir ebedî azaba yakalanmış olurlar. Evet!.. (İşte onlar) o şeytanlar ve onların saptırıp küfür karanlıklarına düşürdükleri kimseler yok mu? İşte onlar (cehennem ehlidirler.) İşledikleri suçlardan dolayı cehennem ateşine uğrayan kimselerdir. Ve (onlar o ateşte ebedî olarak kalan kimselerdir.) Bu da onların kötü itikatlarının, kötü amellerinin bir cezasıdır. Onlar binlerce sene yaşayacak olsalar, aynı itikafta bulunmaya karar vermiş dinin nurundan ebediyyen ayrılmak kararında bulunmuş oldukları için böyle ebedî bir azabı hak etmişlerdir. Bu husustaki ilâhî açıklamaları, dini tehditleri hiçe sayan dinsizlerin lâyık oldukları ceza, bundan başka olamaz. Elbette şeytanlara tâbi olanlar, böyle bir âkibete uğrayacaklardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, bizlere bu gibi dinsizlerin hayat tarihlerine dair bilgiler vererek bizleri uyarmakta ve aydınlatmaktadır.









258. Sen görmedin mi Allah Teâlâ kendisine mülk verdiği için İbrahim ile Rabbi hakkında mücadelede bulunanı?.. O zaman İbrahim; Rab b i m o kudretli zattır ki, diriltir ve öldürür deyince "ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim: Şüphe yok ki, Allah Teâlâ güneşi doğudan getirir imdi sen onu batı tarafından getir deyince de o kâfir şaşırıp kalmıştı. Ve Allah Teâlâ zalimler gurubuna hidayet etmez.

258. Bu âyeti kerime, tâğüt güruhundan olan Nemrudun kâfirce iddiasını ve onun nasıl apışıp kaldığını bir ibret numunesi olmak üzere göstermektedir... Rivayete göre Hz. İbrahim, tanrılık iddiasında bulunan Nemrudu, hak dine davet etmiş, bir takım putları kırmış olduğu için hapsedilmişti. Sonra Nemrut, o muhterem Peygamberi yanına çağırarak onunla tartışma ve mücadelede bulunmuş, Ya İbrahim!. Senin rabbin kimdir?, diye sormuştu. İşte bu âyeti celile, bu mücadeleyi şöylece beyan buyuruyor. (Sen görmedin mi?) Habibim!. Hbette sen bilirsin, Kur'ân'ı Kerim sana haber vermiş bulunmaktadır ki, (Allah Teâlâ kendisine mülk) dünyevî bir saltanat, bir hâkimiyet (verdiği için» buna gururlanarak Hz. (İbrahim ile Rabbi hakkında mücadelede bulunanı) Nemrut adındaki kötü ruhlu şahsı (o zaman) o Nemrudun suali üzerine Hz. (İbrahim, benim rabbim o zat) Yüceler Yücesi (dır ki, diriltir ve öldürür) dilediğine hayat verir, dilediğini hayattan mahrum bırakır (deyince) o tanrılık iddiasında bulunan cahil Nemrut, kendisinde yaratıcılık sıfatı olduğunu iddiaya cür'et ederek (ben de diriltirim ve öldürürüm demişti.) Rivayete göre hapishaneden iki şahıs getirterek birini salıvermiş, birini de öldürmüş, bu cahilce hareketiyle güya iddiasını isbat etmek istemişti. Hz. İbrahim, bu herifin diriltme ve öldürmenin mahiyetini idrakten âciz olduğunu veya onun aczini göstermemek için böyle şarlatanlığa saptığını görünce daha açık bir delile geçerek: (İbrahim, şübhesiz Allah Teâlâ güneşi doğudan getirir) doğu tarafından doğmaya sevkeder. (İmdi sen) de hâşâ tanrılık ve yaratıcılık iddiasında doğru isen (onu) o güneşi (batı tarafından getir deyince de o kâfir) Nemrut (şaşırıp kalmıştı.) Hayret ve dehşet içinde kalmış, delili kesilmiş bir hale düşmüştü. İşte Allah Teâlâ böyle inkarcıları, yalancıları hüsrana uğratır, (ve Allah Teâlâ) böyle (zalimler gurubuna hidayet etmez.) Onlar hidayete olan kabiliyetlerini zâyetmiş, nurdan çıkarak karanlıklara düşmüş bir halde bulunurlar.. Velhâsıl: Elde ettikleri geçici bir hâkimiyete, bir varlığa güvenerek tanrılık iddiasına cür'et edenler, hakikî bir dinden yüz çevirenler nihayet şaşkın ve kah re uğramış olurlar, rezilce bir duruma düşerler, alçaklık ve cehaletleri bütün âleme gösterilmiş bulunur. O gibi vicdansızlara karşı hakkı müdafaa eden, Allah'ın Rab sıfatını tasdik eden ve yücelten her hangi bir zat ise başarılara ulaşır, ebedî bir saadete, bütün mü'minlerin sevgi ve saygısına mazhar bulunur. "124" üncü âyeti kerimeye de bakılabilir!..

§ "Nemrut", Bâbil şehrinin kumcusudur. Orada hükümdar bulunmuştur. Başına İlk taç koyan ve yer yüzünde kibirle saltanat süren ve tanrılık iddiasına cür'et eden bir şahıstır. Kendisine musallat olan sivrisinekler tarafından öldürülmüştür, Isa Aleyhisselâm'ın milâdından 2640 sene önce olduğu zannediliyor...









259. Yahut o kimse gibisini görmedin mi ki, bir kasabaya uğramıştı O kasabanın tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı. Allah Teâlâ bu kasabayı bu ölümden sonra nasıl diriltecek diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ o kimseyi yüz sene ölü bıraktı. Sonra da onu diriltti. Dedi ki: Ne kadar kaldın?. Dedi ki:

259. Bu âyeti kerime, Allah'ın kudretiyle ne kadar hârikaların meydana gelebileceğini ve ölümden sonra dirilmenin bir numunesini gösteriyor... Bir rivayete göre bu âyeti kerime de yeniden diriltildiği bildirilen zat, Üzeyr Aleyhisselamdır. Bu zatın peygamberliğinde ihtilâf vardır. Bu İsrail Oğulları arasında bulunuyordu. "Buhtû Nasr" Kudüs havalisini zaptedip harabeye dondurmuş, halkının bir kısmını öldürmüş, bir kısmını da esir almıştı. Bunların içinde daha genç olan Hz. Üzeyr de bulunuyordu. Bâbilde bir zindana atılmıştı. Buradan bir yolunu bularak kaçmış, Kudüs havalisine gelmiş, fakat oraları büsbütün harap ve ahaliden boş olarak görünce üzülmüş buranın eski haline nasıl geleceğini üzüntüyle düşünmüştü. İşte bu hâdise şu şekilde anlatmıyor: (Yahut o kimse gibisini görmedin mi?) Yani: Onun hâli gibi garip, harikulade, Allah'ın kudretine delil olan şu olaylardan haberdar bulunmadın mı ki: O kimse (bir kasabaya uğramıştı) kendi eski vatanı olan Beyti Maktise veya Mutefikeye dönmüştü. (O kasabanın) ise (tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı.) Yani: Büsbütün harab olup ahalisinden kimse kalmamıştı. O zat, bu hali görünce pek üzülmüş (Allah Teâlâ bu kasabayı bu ölü" münden sonra nasıl) ne vakit (diriltecek) acaba bunu yeniden eski haline getirmeğe Allah'ın iradesi yönelecek mi? (diyordu), tecrübelere göre böyle büsbütün mahvolup tarihe karışan bir varlığın eski haline gelmesinin uzak görüldüğünü, bu cihetle bunun nasıl diriltileceğim söylüyordu. Yoksa Cenab'ı Hak'kın bunu yeniden diriltmeye kadir olduğunu o zat da biliyordu. Fakat Cenâb-ı Hak, bunun ve benzerlerinin meydana gelmesini birer kudret harikası olmak için o zat vâsıtasiyle bütün insanlığa göstermek, beyan etmek hikmetinden dolayı (bunun) bu temenninin (üzerine Allah Teâlâ o kimseyi yüz sene ölü bıraktı) hayattan mahrum kıldı. (Sonra da onu) yeniden (diriltti) ve Cenâb-ı Hak veya bununla ilgilenen melek (dedi ki: Ne kadar kaldın?.) babından geçen hâli biliyor musun? Ne miktar ölmüş bir halde bulundun?. Farkında mısın? O da kendisini uykuda imiş gibi zannederek (dedi ki: Bir gün veya bir günün bâzısı kadar kaldım.) Cenâb-ı Hak ise kendisine vahy ederek veya melek vâsıtasiyle (dedi ki: Hayır, yüz sene kaldın), bu müddet içinde ölmüş bulunuyordun (İmdi yiyeceğine ve içeceğine bak ki) vaktiyle yanında bulunmuş olan yiyecek ile içeceğe dikkat et ki, onlardan (hiç biri bozulmamış) bunlar bu yüz sene içinde oldukları gibi kalmışlardır. Bunların incir ile şıra olduğu mervidir. (Merkebine de bak) o da ne hâle gelmiş, parça parça olan kemikleri kendisinden nasıl ayrılmış (ve seni insanlara bir âyet kılmak için) böyle öldürüp dirilttik, seni öldükten sonra dirilmenin varlığına bir delil kıldık (ve kemiklere bak onları nasıl birbirine birleştiriyoruz) hepsini tekrar yerlerine nasıl iade ediyoruz. (Sonra da onlara et giydiriyoruz) onları yeniden eski haline getiriyoruz, hayata erdiriyoruz. Bu kemikler ya öldükten sonra diriltilen zatın veya onun merkebinin veya genel olarak orada bulunan bir takım hayvanatın kemikleri idi ki, kendilerinden ayrılmış, parça parça olmuş, kuruyarak etten soyulmuş iken Allah'ın kudretiyle yeniden eski hallerini almış, bu da ap açık görülmüştü. (Vaktaki) bu hakikat, bu ölüleri diriltme hususu veya Allah Teâlâ'nın kudretinin kemâli (kendisine) o kimseye (belli oldu) bunları gözleriyle görüp müşahede eyledi. (Dedi ki: Ben bilirim, Allah Teâlâ şüphe yok ki her şeye kadirdir.) Binaenaleyh bütün ölüleri yeniden diriltmeğe de imân ettik, kudreti vardır. Ölülerin nasıl diriltileceğim benim düşünüşüm, buna Allah'ın kudretinin fazlasıyla kâfi olduğunu bilmediğimden değildir. Belki bu diriltme acaba takdir edilmiş midir? Takdir edilince acaba nasıl bir suretle meydana geleceğini endişe ettiğimden dolayıdır. Yoksa Cenâb-ı Hakkın buna ve diğer nice hârikalar, eşsiz şeyleri yaratmaya ne kadar kadir olduğu şüphesizdir. Velhâsıl bu zatın bu vefatından yetmiş sene sonra Kudsi Şerif havalisi bir iran hükümdarı tarafından fethedilerek tekrar imar edilmiş, İsrail Oğullarının kalıntıları da yine burada toplanmış; bu havali âdeta yeniden hayat bulmuştu. O zat da yeniden hayat bulunca iki üç harika karşısında kalmış, hem kendisinin, hem kemiklerin yeniden hayat bulduğunu görmüş, hem de yurdunun yeniden canlandığını müşahede eylemişti. Cenâb-ı Hak'kın daha böylece nice hârikalar! meydana getirmiş ve getirmekte olduğu şüphesizdir, İşte onlardan yine birini de Kur'ân-ı Kerim bizlere bildirmektedir.









260. Ve o vakti de yâdet ki. İbrahim, Yarabbi. Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster demiş, -Cenâb-ı Hak da- inanmadın mı?, diye buyurmuştu. O da evet... İnandım, fakat kalbim mutmain olsun için demiş. Allah Teâlâ: Kuşlardan dört tanesini tut da onları kendine çevir sonra her dağ üzerine onlardan birer parça at, sonra da onları çağır, sana koşarak gelirler ve bil ki Allah Teâlâ şüphe yok azizdir, hakimdir diye buyurmuştur.

260. Bu âyeti kerime de Cenab'ı Hak'kın kudretine, âhiret âlemine dair bir başka delildir. Şöyle ki: Habibim!. (Ve o vakti de yâdet ki. İbrahim) Aleyhisselâm niyaz ederek (Yarabbü. Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster demişti) Hz. İbrahim, Cenâb-ı Hak'kın dirilten ve öldüren olduğunu Firavuna karşı söylemişti. Onun bu hususta asla şüphesi olamaz. Ancak diriltmenin ne suretle, ne gibi bir keyfiyetin vuku bulacağını bir an evvel gözleriyle görmesini niyaz etmiş oluyordu. Cenâb-ı Hak da vahiy yoluyla hitap ederek Hz. İbrahim'e (inanmadın mı? diye buyurmuştu) yâni: Sen Allah'ın kudretiyle ölülerin yeniden diriltileceğim biliyorsun ve inanıyorsun, bu yeter. her halde görmene lüzum yok, maamafih senin değerini yükselmek için ve görüp işitenlere bir lütuf ve bir uyanma vesilesi olmak için sana bir diriltme numunesi göstereyim diye vahy olunmuştu. Böyle bir ilâhî hitaba hâil olan (Hz. İbrahim de evet... inandım) Yarabbü. Sen ölmüşleri diriltmeğe kadirsin buna inanmışızdır, (fakat kalbim mutmain olsun için) böyle bir niyazda bulundum, tâ ki bu hususta ben kesin bilgiden başka gözle görme lütfuna da nail olayım, bu hususta ilâhî kudretin tecellisini daha dünyada iken görmüş bulunayım (demiş.) Bunun üzerine (Allah Teâlâ da: Kuşlardan dört tanesini tut da onları kendine çevir) onları güzelce görüp tanı, ve onları parça parça et de (her dağ başına onlardan birer parça at.) Bu kuşlar bir rivayete göre tavus, horoz, karga ile güvercin imiş. (Sonra da onları çağır, sana koşarak gelirler) ölünün nasıl yeniden hayat bulacağını böyle bir numune ile görmüş olursun. (Ve bil ki, Allah Teâlâ şüphe yok ki azizdir) her dilediğini yapmaya kadirdir (hakimdir) her fiili bir nizam ve düzen içindedir, bir hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Bir çok şeyleri birer sebebe bağlamış olması da birer hikmet gereğidir, (diye buyurmuştur.) Hz. İbrahim de bu ilâhî emre uymuş, parçalayıp atmış olduğu kuşların bir harika olmak üzere tekrar hayata kavuştuklarını görmüştür.

Velhâsıl: Bu olay, insanlık için bir ibret dersidir. Bu kuşları ve benzerlerini başlangıçta böyle hayat sahibi, çeşitli sınıflara, muhtelif özelliklere sahip bir halde yaratmış olan bir Yüce Yaratıcının bunları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadir olacağı da son derece açıktır. Herhalde diriltme İlk yaratmadan daha kolaydır.

Kâinatı Yaratanın varlığına inanan bir insan böyle harikulade görülen bir olayın meydana gelmesini inkâr edemez. Artık öyle bir Yüce Yaratıcının bütün emirlerine, yasaklarına göre harekette bulunmak, onun dini uğrunda her türlü fedakârlığı bir nimet telâkki etmek, onun yolunda mâl ve bedenle hizmette bulunmayı bir selâmet vesilesi ve saadet bilmek lâzım gelir, İnsan o sayede karanlıklardan kurtulup nura çıkar. İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Allah, bizlere mallarımızı hak yolunda harcamayı, fedakârlıkta bulunmayı emrediyor.









261. Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, o bir danenin durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz dane bulunmuş olur. Ve Allah Teâlâ dilediğine kat kat artırır. Ve Allah Teâlâ geniştir, herşeyi bilir...

261. Bu âyeti kerime, Allah yolunda harcanacak malların birçok sevaba vesîle olacağını ifade ederek m üs I uman l arı buna teşvik etmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ'nın yolunda) yani din uğrunda, cihad için (mallarını harcayanların durumu) hâli, kavuşacakları mükâfatların miktarı (o bir) ekilmiş (danenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz dane bulunmuş olur.) İşte hak yolunda yapılan bir hayrın, verilen bir zekâtın ve sadakanın da böyle kat kat sevabı vardır. (Ve Allah Teâlâ dilediğine) güzel amelinin sevabını (kat kat artırır) bir güzel amele en az on misli sevap verir ve sahibinin iyi niyetine göre yetmiş, seksen sevap da verir ve hesapsız mükâfatlar da ihsan buyurur. (Ve Allah Teâlâ geniştir) lütuf ve ihsanı pek boldur pek geniştir ve (herşeyi bilir.) kullarının yaptıkları, yapacakları şeyleri tamamiyle bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir. Binaenaleyh yapılan hayır ve iyilikleri de bilip ona göre sahiplerini kat kat mükâfata ulaştırır.









262. O kimseler ki, mallarını Allah yolunda harcarlar. Sonra da o harcadıklarına bir minnet, bir eziyet yüklemezler. İşte onlar için Rabbileri katında mükâfat vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır...

262. Bu âyeti kerime, Allah'ın l abul edeceği harcamaların nasıl olacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (O kimseler ki) o mü'min Milaslı kullar ki (Allah yolunda) cihad uğrunda, İslâm ordusunun donanım! hususunda ve fakirlere yardım maksadiyle (harcarlar) mallarını harcamış bulunurlar (sonra da o harcadıklarına) o bolca harcadıkları mallara (bir minnet) de bir başa kakışta da bulunmazlar (ve bir eziyet) bir gönül incitecek muamele (yüklemezler) bu iyiliği tam bir samimiyyet ve nezaketle yapmış olurlar (işte onlar için Rabbi) kerimleri (katında mükâfat vardır.) Onlar, bu yaptıklarının karşılığına, sevabına kavuşacaklardır. (Ve onların üzerine bir korku yoktur) dünyada ve ahirette hoş olmayan hallerde korunmuş bulunacaklardır. (Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.) Onlar istedikleri güzel şeyleri kaybetmekten dolayı hüzün ve kedere uğramayacaklardır. Cenab'ı Hak onları, arzularına kavuşturacaktır.

§ Rivayete göre bu âyet Hz. Osman ile Hz. Abdurrahman İbni Avf hakkında nazil olmuştur. Tebük gazvesinde müslümanların ordusu darlık içinde kalmıştı. Buna "ceyşülusre" denilmiştir. Hz. Osman, bin deve semeriyle, palasıyle beraber getirip Hz. Peygambere vermiş, ayrıca da bin dinar dağıtmıştı. Rasüli Ekrem de, Yarabbü. Ben Osmandan razı oldum, sen de razı ol diye duada bulunmuştu. Abdurrahman İbni Avf da dört bin dirhem vermiş ve Ya Rasülüllah! Sekiz bin dirhemim vardı, bundan dört bin dirhemini kendi nefsim ile ailemin nafakası için sakladım, dört bin dirhemini de Rabbime ödünç verdim demişti. Nebiyyi Zişân Hazretleri de: Allah Teâlâ sakladığını da, verdiğini de sana mübarek kılsın diye dua buyurmuştu. İşte bu zatlar bir minnet, bir eziyet söz konusu olmaksızın sırf İslâm dinine hizmet için bu cömertçe tesadduklarda bulunmuşlardı. İşte böyle samîmî şekilde yapılacak fedakârlıkların pek büyük mükâfatlara vesîle olacağını bu âyeti kerime, müjdelemiş bulunmaktadır. Ne mutlu böyle hak yolunda mallarını harcayanlara!..

  Alıntı ile Cevapla