Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30 - 06 - 2014, 14:42   #5 (permalink)
Çevrimiçi
aSpeNDos Konuyu Baslatan
Kullanıcıların profil bilgileri ziyaretçilere kapalı
Cevap: BAKARA SÛRESİ ve Tefsiri


172. Ey îman edenler!. Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin tertemiz olanlarından yiyiniz ve Allah'a şükr ediniz. Eğer siz ancak ona ibâdette bulunuyorsanız.

172. Bu âyeti kerime, helâl olan şeylerden istifâde ederek bunları ihsan buyuran çokça rızık veren kerem sahibi Yüce Allah'a şükretmemizi emretmektedir. Şöyle ki:

(Ey mü'minler!..) Ey İslâmiyet'e nail olmuş Allah'ın birliğine inanan kullar! (Sizlere rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından) her bakımdan helâl, tertemiz bulunanlarından (yiyiniz.) Ve bu nimetlerin kadrini biliniz. (Ve) bunlardan dolayı (Allah Teâlâ'ya şükrediniz.) Onun ne cömert bir nimet verici olduğunu düşününüz. (Eğer siz hakikaten ona ibâdette) kulluk göstermede (bulunuyorsanız.) Bunun tersine hareket, meselâ helâl ve haram nedir bilmemek, Cenâb-ı Hakkın nimetlerine Şükretmemek ise kulluğa aykırıdır. Maddî manevî sorumluluğu gerektirir. Artık uyanık bulunmalı.









173. O sizlere ancak ölmüş olanları, akar kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına boğazlananı haram kılmıştır. Sonra kim çaresiz bir halde kalır da saldırgan ve mütecaviz olmamak üzere -bunlardan istifade ederse- kendisine bir günah tereddüp etmez. Şüphe yok ki Allah; gafurdur, rahimdir.

173. Bu âyeti kerime de haram olan şeyleri özet olarak beyan etmektedir. Şöyle buyruluyor ki: (O) Yüce Yaratıcı, ey insanlar!. (Sizlere ancak ölmüş olanları) yani: Boğazlanması lâzım gelirken boğazlanmayıp kendi kendine ölen hayvan etlerini ve (akan kanı) hayvanlardan akıp dışarıya dökülen kanları ve (domuz etini) o hayvanın boğazlanmış olsun ve olmasın bütün parçalarını (ve Allah'tan başkası adına boğazlananı) her hangi bir mahlûka saygı için onun adına kesilip Cenab'ı Hakkın rızâsı aranmadan, mukaddes adı anılmaksızın boğazlanan kurbanları (haranı kılmıştır). Bunlar yiyilemez, bunlardan istifade caiz olmaz, bunların insanlara maddî ve manevî yönden zararları vardır. Ancak bazı haller müstesna. Şöyle ki:

(Her kim çaresiz bir halde kalır da) hayatını kurtarmak için bunlardan başka bir sev bulamazsa (bağı) başkasının üzerine saldırıcı veya helâl olan miktarı tecavüz edici olmaksızın (ve müteaddi) yol kesicilik gibi bir surette tecavüzde bulunmaksızın veya hayatını kurtaracak miktardan fazlasını almaksızın o yasak olan domuz eti ve saireden bir miktar alırsa (üzerine bir günah gelmiş olmaz.) Mazur görülür.

(Şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayandır) böyle çaresiz bir kulunu mesul tutmaz. (Pek merhametlidir) rahmeti ilâhîyesi sonsuzdur. Bunun içindir ki bu hususta kullarına ruhsat vermiştir.

Bu âyeti kerimeden anlaşılan bir kaç mesele.

(1): Bir insan, son derece aç kalıp başka helâl bir sev bulamadığı takdirde domuz eti gibi haram olan bir şeyden yalnız hayatını kurtaracak bir miktar yemesi helâl olur ve lâzım gelir. Eğer bunu yemez de açlıktan ölürse bir nevi intahar etmiş olacağından Allah katında mesul bulunur. Bunun aksine böyle bir halde ihtiyacından fazla yediği takdirde de İmamı Azam'a göre yine mesul olur. İmamı Mâlik ile İmamı Şâfiye göre bundan doyuncaya kadar da yiyebilir.

(2): Boğazlanma meselesinden balıklar müstesnadır. Şöyle ki: Deniz içinde tutulan balıklar daha kesilmeden ölürler. Bunların etleri yiyilebilir. Ancak kendi kendine ölüp te su üstüne çıkmış bulunan balıklar yiyilemez. Bunlar l e s hü km ündedirler.

(3): Aç kalan bir kimse, kendi canını kurtarmak için yol kesiciliğe çıkıp ona buna saldıramaz ve kendisi gibi muhtaç olan bir şahsın hayatını kurtaracak kadar elinde

bulunan bir gidasına tecavüz edemez. Ancak böyle bir tecavüz bulunmaksızın başkasına ait bir maldan bilahara imkân bulunduğunda ödemek üzere hayatını kurtaracak kadar bir şev alabilir.

(4): Eti yiyilecek bir hayvan, Allah rızası için Allah'ın adı anılarak kurban edilince eti helâl olur. İsterse sevabı bir zata bağışlanmak veya bir zatın gelmesinden dolayı Cenâb-ı Hakka şükretmek için olsun. Fakat... Başkasının adına sırf ona saygı için kesilen bir hayvanın eti helâl olmaz. Müşriklerin putları adına kestikleri kurbanlar gibi.







174. Muhakkak o kimseler ki. Allah'ın kitaptan indirmiş olduğunu gizlerler ve bunun karşılığında az bir bedel alırlar. İşte onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler. Ve Allah onlar ile kıyamet gününde konuşmaz ve onları temize çıkarmaz ve onlar için elim bir azap vardır.

174. Bu âyeti kerime hakkı gizleyenlerin korkunç akıbetine şöylece işaret ediyor: (Şüphesiz o kimseler) o müşrikler, o inkarcılar (ki Allah Teâlâ'nın) peygamberlerine (İndirdiği kitaptan) bâzılarını veya bâzı hükümleri (gizlerler) bu cümleden olarak son peygamber Hz. Muhammed'in Tevratta ve diğer kitaplarda yazılı vasıflarını, soranlara söylemeyip saklarlar (ve bunun) bu saklamanın (karşılığında az bir bedel) bir rüşvet, bir yenilecek şey (alırlar) bunlar kendi manevî hayatlarını mahvetmiş olurlar da haberleri bile olmaz. Evet... (İşte onlar karınlan doluşunca ateşten başka bir şey yemiş olmazlar.) Kendilerini ebedî olarak cehennem ateşine atmış olurlar. (Ve Allah Teâlâ onlar ile kıyamet gününde) rahmet ve mağfiret ile (konuşmaz.) Onların hakkında yalnız ilâhî ceza ve azap tecelli eder, daima ilâhî gazaba mâruz bulunurlar. (Ve) Allah Teâlâ (onları temize de çıkarmaz.) Küfür ve günah pisliğinden onları asla temizlemez. (Ve onlar için pek elim verici bir azap vardır.) Bundan artık kurtulamıyacaklardır.









175. Onlar o kimselerdir ki, hidâyet karşılığında dalâleti, mağfiret karşılığında azabı satın almışlardır. Onları ateşe karşı bu kadar sabırlı kılan nedir?

175. Bu âyeti kerime de inkarcıların durumunun kötü olduğunu bildiriyor. Şöyle ki: (onlar) o hakkı gizleyen ve ona âdî, fânî, şeyler karşılığında satan beyinsiz kimseler yok mu? (Öyle kimselerdir ki, hidâyet karşılığında dalâleti, mağfiret karşılığında azabı satın almışlar) böyle ebedî zararlarına, felâketlerine sebep olan bir değişiklikte bulunmuşlar (dır.) Bu ne cahilce, zalimce bir hareket (Onlar ateşe karşı ne kadar sabırlı?) Heyhat!. Ateşi bir kere gördüler mi, artık sabretmeleri düşünülebilir mi? Ne taaccüp edilecek bir hal!.









176. Bu azap onun içindir ki: Allah Teâlâ şüphesiz kitabını hak olarak indirmiştir. -Artık bunu gizleyen ve tekzip edenler azaba lâyık olmazlar mı?- Ve şüphe yok ki Allah'ın Kitabında ihtilâfa düşenler pek uzak bir ayrılık içindedirler.

176. Bu âyeti kerime de inkarcıların azaba lâyık olmalarının başlıca sebebini şöylece gösteriyor: (Şu) inkarcıların ateşe atılmaları (şunun içindir ki. Allah Teâlâ kitabını şüphesiz hak üzere indirmiştir.) O inkarcılar ise bunu saklamış, inkâr etmişlerdir. Artık ebedî azaba lâyık olmuş değil midirler? (Ve şüphe yok ki Allah'ın Kitabında ihtilâf edenler) bazılarını kabul, bazılarını inkâr eyleyenler, bâzı hükümlerini kabul, bâzılarını da red eden ve gizleyenler (haktan pek uzak bir ihtilâf) bir nifak ve ayrılık (İçindedirler.) Binaenaleyh bunlar ateşte ebedî kalıcılardır. Bunlar için kurtuluş ümidi yoktur. Meğer ki daha dünyada iken fikirlerini değiştirip inançlarını düzelterek hakkın kitaplarını tasdik, kutsi hükümlerini kabul edip yüceltsinler.









177. İyilik -takva- yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat, İyilik, o kimsenin iyiliğidir ki: Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere îman etmiş olur. Ve malını seve seve akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere verir. Ve köleleri azat etmek hususunda sarfeder. Ve namazını kılar, zekâtını verir. Bir de anlaşma yaptıkları zaman ahidlerini yerine getirirler ve ihtiyaç, hastalık, ve şiddetli savaş hallerinde de sabırlı bulunurlar. İste sadık olanlar onlardır. Takva sahibi olanlar da onlardan ibarettir.

177. Bu âyeti kerime, itikade, ibâdetlere, ahlâka dâir başlıca vazifelerimizi İçine alan, bütün insanî değerleri açıkça ve işaret yoluyla kapsamaktadır. Kabe tarafına dönülmesine itiraz edenlere de en güzel cevabı vermektedir. Şöyle buyuruluyor ki: (İyilik) iyilik, hayır, ibâdet takva (yüzlerinizi) ibâdet esnasında (Doğr ve) ya (Batı tarafına çevirmeniz değildir.) Bütün yönler haddi zatında birdir, Cenâb-ı Hak ise yönlerden uzaktır. (Lâkin bir) takva (o mü'min zatın iyilik ve takvasıdır ki: Allah'a) onun birliğine, ortak ve benzerden uzak olduğuna, bütün kâinatın yegâne Yüce Yaratıcısı olduğuna imân eder. (Ahiret gününe) de imân eder, onun ebedî bir âlem olduğuna, burada cennet ve cehennem bulunduğuna inam. (Meleklere) de inanır, onların erkeklikten, dişilikten uzak, daima ibâdet ve itaatle meşgul, günahlardan korunmuş bulunduklarını bilir, tasdik eder. (Kitaplara) da (imân) eder, semavi kitapların Allah tarafından peygamberlere indirilmiş olduğuna imân eder. (Peygamberlere) de (imân etmiş olur.) Onların insanlığı hak dinden haberdar etmek üzere gönderilmiş birer mübarek, masum zatlar olduğunu bilir, tasdik eyler. (Ve malını seve seve) veya malına kalben muhabbeti olmakla beraber Allah rızası için fedakârlıkta bulunarak (akrabalara) akrabasından fakir olanlara verir. Babaları ölmüş, bakıma muhtaç (yetim çocuklara) da verir. Şiddetli bir fakirliğe tutulup elinde hiç bir şeyi bulunmayan (yoksullara) da verir. Yurdundan ayrılmış, yanında bir şeyi bulunmamış olan (yolculara) da verir. Malı olmayıp, kazanmadan âciz bulunan (dilenenlere) de verir. (Ve) hürriyetlerini kaybedip köle veya câriye bulunan (esirleri azat etmek hususuna) da (sarfeder ve) böyle sadakalarda bulunduğu gibi (namazını kılar) bes vakit namazına devam eder, üzerine farz olan (zekâtını verir, bir de) bu gibi zatlar (muahade yaptıkları) biriyle ahd ve anılaşmada, bir sözleşme ve mukavelede bulundukları (zaman ahdlerini yerîne getirirler.) Sözlerinde dururlar. (Ve) bu zatlar insanlık icabı (ihtiyaç) içinde kalsalar da (hastalık) gibi bir arızaya uğrasalar da (ve) yurtlarını, varlıklarını düşmanlarına karsı müdafaa için (şiddetli savaş hallerinde de) takdire razı olarak ruhî bir metanetle (sabırlı bulunurlar.) Ne büyük faziletleri, (İste) asıl (doğru sözlü olan onlardır.) Bu faziletlere sahip bulunan zatlardır. Asıl (takva sahibi) iyilik ve ihsan sahibi (olanlar da onlardan ibarettir).

Gerçekten de bu vasıflara sahip zatlar hakkıyla saygıya, örnek edinmeğe lâyıktırlar. Çünkü bu âyeti kerime ile beyan olunan ibâdetleri ve itaatleri, insani vazifeleri hakkıyla ifaya muvaffak olan zatlar, en yüksek fazilet ve olgunluklar ile vasıflanmış olurlar. Nitekim Peygamberi Al i s an Efendimiz: buyurmuştur.: Her kim bu âyeti kerime ile amel ederse imânını olgunluk derecesine erdirmiş olur. Ne büyük bahtiyarlık.









178. Ey mü'minler!. Öldürülenler hakkında sizin üzerinize kısas farz olmuştur. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas edilir. Fakat hangi bir katil için kardeşi tarafından bir sev affedilirse mâruf olan emre ittiba etmeli ve ona da -diyeti- güzellikle edada bulunmalıdır. Bu Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık bundan sonra tecavüzde bulunursa onun için elem verici bir azap vardır.

178. Bu âyeti kerime İslâm hukukunun ceza hususunda ne kadar mutedil, adaletli, eşitliği gözetir olduğunu göstermektedir. Hıristiyanlarca katillerin affedilmeleri bir vecîbe gibidir. Yahudilerce katillerin affı caiz olmayıp mutlaka katledilmeleri lâzımdır. Vaktiyle bir kısım müşrik kabileler de çok kere bir şahıs karşılığında birçok şahısları öldürürlerdi. Özellikle eşraftan saydıkları bir maktul karşılığında katilin mensup olduğu bir kabilenin hayatına kasteder, hepsini öldürmek isterlerdi. Bütün bunlar ifrat ve tefrittir, adalete, eşitliğe aykırıdır. Binaenaleyh İslâm şeriatı bu hususta hikmet ve menfaata riâyet etmiş büyük bir adalet göstermiş, cemiyet hayatına pek güzel bir intizam ve denge getirmiştir. Evet buyruluyor ki, (Ey İman edenler!.) ey İslâmiyet i kabul edip hükümlerine itaat edenler! (Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazılmıştır) yani başkalarını haksız yere kasden öldürdüğünüz takdirde sizin de öldürülmeniz farz kılınmıştır. Buna ilâhî hüküm lâyik olmuştur. Şöyle ki: (Hür kimse karşılığında, hür, köle karşılığında köle ve kadın karşılığında da) onu katleden (kadın) kısasen öldürülür. (Fakat hangi bir katil için kardeşi) İnsanlık, dindaşlık veya vatandaşlık gibi bir suretle aralarında bir kardeşlik bulunan ve kısas yaptırmağa selâhiyetli bulunan kimse (tarafından bir şey) meselâ kısas yaparak öldürülmesi veya diyet alınması (affedilirse) bu hususta (mâruf) ahlaken güzel görülmüş (olan emre ittiba etmeli) dir. Artık bundan dolayı başa kakmamalı, katilden başka tazmânat vesaire istememelidir. (Ve ona) da o affeden kısas yaptırmak hakkına sahip olana da katil tarafından verilecek diyet vesaire (güzellikle eda edilmelidir.) Bu hususta müşkilât gösterilmemelidir. İyiliğe karşı İyilikte bulunmalıdır. (Bu) af ile muamelenin, diyet vesaire ile kısastan kurtulmanın şer'en caiz kılınması (Rabbiniz tarafından bir kolaylıktır, bir rahmettir.) Bunu takdir ediniz, böyle insanî, af edici, ahlâkî bir harekette sebat eyleyiniz. (Artık bundan sonra) böyle af ettikten ve diyet aldıktan sonra (her kim tecavüzde bulunursa) tekrar kısas talep eder veya katili öldürürse (onun için bir elem verici azab vardır.) Dünyada azap görür, cezaya uğrar, ahirette de cehennem azabına lâyık bulunur. Artık bu gibi gayri ahlâkî hareketlerden sakınmalıdır.

§ Kısas; esasen eşitlik manasınadır. Bir şeyin benzerini meydana getirmek demektir. Şer'en kısas şartları mevcut olunca katili maktul karşılığında öldürmektir ki buna: "Kısas finnefs" denir. Veyahut yaralanan veya kesilen bir aza karşılığında bunu yapanın da o azasını yaralamak veya kesmekdir ki buna da: "Fi Kısas Fil uzuv" denir.

§ Kısas icrası için birtakım şartlar vardır. Bu cümleden olarak:

(1): Katil; akıllı, bulûğ çağına ermiş, yaptığı cinayeti kasten isteyerek yapmış olmalıdır. Maktul da öldürülmesini gerektirecek suçtan uzak olmalıdır. Düşmanlardan olmak gibi öldürülmeyi hak etmiş bulunmamalıdır.

(2): Katil; kısastan önce cinnet getirmemiş veya ölmemiş veya çocuk ve torunlarından biri maktule varis bulunmamış olmalıdır.

(3): Kendileri lehine kısas yapılanlardan hiç biri katili affetmiş veya katil ile bir bedel üzere sulh olmuş olmamalıdır. Aksi takdirde kısas düşer, diğerlerine diyet verilmesi gerekir.

(4): Katil; maktulün usulünden olmamalıdır. Meselâ babası veya dedesi bulunmamalıdır.

(5): Katil; müslüman veya zımmi olduğu halde maktul düşman veya İslâm dininden dönmüş bulunmamalıdır. Veya katil hür olduğu halde maktul onun kölesi bulunmuş olmamalıdır. Bu durumda hapis ve dövme gibi taziren ceza lâzım gelir.

(6): Katiller birden çok oldukları takdirde her biri kısasa elverişli bulunmalıdır. Meselâ onların içinde bir mecnun veya bir çocuk bulunmuş olursa üzerlerine eşit

olarak diyet lâzım gelir. Kısas icra edilemez.

(7): Maktulün varisleri kısas talebinde bulunmalıdırlar. Çünkü bu hah, varislerine aittir.

'8>: Maktulün varisi malûm olmalıdır. Meçhul olursa kısas icra edilemez. Çünkü öyle meçhul bir şahsın kısas talep edecek bir varisi bulunmamı; olur.

§ Kısasın uygu I anı; sekli: Bu, yalnız kılıç gibi keskin bir kesici âleti ile, bir silâh ile katilin boynunu kesmek suretiyle yerine getirilir. İsterse katil maktulü suya veya ateşe atmak suretiyle veya gözlerini çıkarmak veya parça parça etmek gibi bir suretle öldürmüş olsun.

§ Diyet: Öldürmek veya aza kesmek gibi bir cinayet sebebiyle o cinayeti yapandan veya onunla beraber âkılesi denilen aşiretinden vesaireden alınıp hakkında cinayet yapılan şahsa veya onun vârislerine verilen maldır ki, bu bir nevî tazminat demektir.

§ Hür bir erkeğin diyeti bin dinar veya on bin şer'î dirhem gümüş veya yüz de ve veya iki yüz sığır veya iki bin koyun veya her biri iki parçadan ibaret olmak üzere iki yüz kat elbisedir. Hür bir kadının diyeti ise bunların yarısıdır.

Erkekler ile kadınlar arasında nüfus, İnsanlık, hayat itibariyle bir eşitlik olduğundan hür bir kadın karşılığında hür bir erkek te kısasen kati edilebilir. Fakat mal, kazanç itibariyle aralarında eşitlik olamaz. Erkekler daha ziyade üreticidirler. Bu sebeple kadınların diyeti erkeklerin diyetinden noksandır.

Kölelerin, cariyelerin diyetleri de kendi kıymetleri miktarında bulunmaktadır. Şu kadar var ki: Kölelerinden birini kıymeti bir hürrün diyeti miktarına eşit veya ondan ziyade olursa hürrün diyetinden on dirhem miktarı noksan verilir. Aynı şekilde bir cariyenin kıymeti de bir hür kadının kıymetine eşit veya ondan ziyâde bulunursa hür kadının diyetinden on dirhem miktarı eksik verilir. Bu, hürriyetin şerefine bir alâmettir.

§ Yaralanan ve kesilen organların diyetine gelince insanlarda eller, ayaklar, gözler, kulaklar gibi çift olan organların diyeti, bir nefsin tam diyetine eşittir. Bunlardan her birinin diyeti de bir nefse mahsus diyetin yarısı kadardır. Meselâ bir kadının gözü cebren çıkarılacak olsa o kadına mahsus diyetin yarısı bu cinayeti yapan şahıs üzerine lâzım gelir.

Kirpiklerin, göz kapakları gibi sayıları dört olan azalardan her birinin diyeti de bir tam diyetin dörtte biri nispetindedir. Dişlerden her birinin ersi = diyeti de sahibinin tam diyetinin yirmide birine eşittir. Ellerdeki, ayaklardaki parmaklardan her birinin diyeti de bir tam diyetin onda biri miktarıdır. Lisanın ve aklın diyetleri ise birer tam diyettir. Binaenaleyh bir kimse bir hata neticesi olarak bir kimsenin dilini kesse üzerine tam bir diyet lâzım gelir. Bu meseleler hakkında (Hukuk Islâmıye ve Istılah at ı Fıkhıye) unvanlı eserde geniş bilgi vardır.









179. Ve ey akıl sahipleri!. Sizin için kısasta büyük bir hayat vardır. Umulur ki siz -öldürmekten- sakınırsınız.

179. Bu âyeti kerime kısasın pek büyük bir fayda ve hikmet icabı olduğuna işaret ediyor. Çünkü haksız yere olan öldürmeler en büyük cinayetlerdir. Bunların kötülüğünden Allah'a sığınmak lâzımdır. Günahsız bir şahsın hayatına kastetmek, içtimai bir heyetin hayatına saldırmak kadar yerilmiştir. Binaenaleyh böyle bir cinayetin en muvafık cezası kısastır. Bu sayede adalet temin edilmiş, cemiyet hayatının nizam ve intizamı korunulmuş olur. Bu bir şahsî cezadır. Bunun yapılması ile büyük gailelerin, çarpışmaların önüne geçilmiş olur. Cahiliye devrinde olduğu gibi bir şahıs karşılığında birçok kimselerin hayatlarına kastedilmiş olmaz. Bununla kâfi derecede gönül rahatlığı hâsıl olur. Heyecanlar giderilmiş bulunur. Bu bir ilâhî ceza olduğundan ruhlar üzerinde güzel bir tesir bırakır. Bir çok kimselerin katil cinayetine cüret etmelerine mâni olmuş bulunur. Bunun neticesinde de umumî hayat kurtulur Yurtların asayişi, yaşayışı güvenli bir hale gelir. İşte bunun için buyruluyor ki: (Sizler için kısasta) bu cezanın tatbik edilmesinde büyük bir (hayat vardır.) Medenî, içtimaî hayatın bir intizam ve sükûn dairesinde cereyanı bu cezanın tatbiki sayesinde kabildir. (Ey akıl sahipleri!) artık düşününüz, bunun faydalarını güzelce mülâhaza ediniz. (Umulur ki) kısasın bu mahiyetini düşünür, öyle bir cezaya uğramaktan korkar da katle cüretten (sakınırsınız.) Ne büyük bir irşadı ilâhî!. Ne müessir bir cezai süphanî!.









180. Birinize ölüm yaklaştığı zaman eğer fazla bir mal terk ede-cekse anasına, babasına ve en yakın akrabalarına uygun bir şekilde vasiyette bulunması farz kılınmıştır. Bu takva sahipleri üzerine tereddüp eden bir borçtur.

180. Bu âyeti kerime, müslümanlara ebedî hayatlarına yardım edecek olan bir hayri, bir vasiyet vazifesini telkin buyuruyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar! Sizden (birinize ölüm yaklaştığı) ihtiyarlık gibi, hastalık gibi ölüm sebepleri, arızaları yüz gösterdiği (zaman eğer fazla) sayılacak bir miktarda (bir mal terk edecekse anasına, babasına ve yakın akrabalarına uygun bir şekilde) adaletli bir biçimde zenginin! fakirine tercih etmeksizin ve üçte bir miktarını tecâvüz eylemeksizin (vasiyette bulunması farz kılınmıştır.) Bu ilâhî emir bir zamana kadar mü'minler için geçerli olmuştur. Bilahara diğer bir âyeti kerime ile kimlere vasiyetin geçerli olacağı beyan buyrulmuş, ana baba gibi vârislere vasiyetin cevazı kayıtlandırılmıştır. Şöyle ki, varisler terekeden zaten birer hisse alacaklardır. Bu sebeple onlara yapılacak vasiyetlerin geçerli olabilmesi için diğer vârislerin rızaları şarttır. Onlar razı olmadıkça bu vasiyet geçerli olmaz. Fakat başka varis bulunmadığı, yahut bulunup ta bu vasiyete izin verdikleri takdirde yine geçerli olur. Binaenaleyh bu âyeti kerime miraslara ait âyetler ile kısmen nesh edilmiş ve kayıtlandırılmıştır. (Bu) vasiyetin uygulama ve icrası (müttakiler üzerine terettüp eden bir borçtur) artık buna riayet etmelidir.









181. Artık her kim bunu işitip bildikten sonra değiştirirse şüphe yok ki bunun günahı o değiştirenin üzerinedir. Allah Teâlâ muhakkak işitendir, bilendir.

181. Bu âyeti kerime de, vasiyetlere güzelce uyulmasını emretmektedir. Şöyle ki: (Her kim) vasilerden veya şahitlerden hangi bir şahıs (bunu) bu vasiyeti (işittikten) buna muttali olduktan (sonra değiştirirse) aksine iddiaya kalkışırsa (şüphe yok ki bunun) bu değiştirilen vasiyetin (günahı o değiştirenlerin üzerinedir.) Ölü bundan beridir. Ona bu yüzden bir günah gelmez. (Allah Teâlâ muhakkak işitendir) vasiyet edenin nasıl ve ne vasiyet ettiğini hakkıyla işitmiştir. (bilendir) her şeyi hakkıyla bilir, vasiyeti değiştirme ve bozmayla cüret edenlerin bu hallerini de tamamen bilir. Ona göre cezasını verir.









182. İmdi her kim vasiyette bulunan kimsenin bir hatasından veya bir günaha girmiş olmasından korkar da aralarını islâh ederse onun üzerine bir günah yoktur. Şüphesiz Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.

182. Bu âyeti kerime de müslümanlara, hayır dilemelerini, içtimaî hayatlarında görülecek noksanları İslaha çalışmalarını emir ve tavsiye buyuruyor. Şöyle ki: Velilerden, vasilerden (her kim musînin) vasiyette bulunmuş olan şahsın (bir hatasından veya) kasden (bir günaha girmiş olmasından) meselâ varislerden mal kaçırmak gibi bir maksada binaen vasiyette bulunmuş olduğundan (korkar da) vasiyet yapan ile kendilerine vâsîyet yapılanların ve sair alâkadarların (aralarını islâh ederse) bundan dolayı (onun) o ıslah edenin (üzerine bir günah yoktur.) Çünkî o bozmaya değil, İslaha çalışmıştır. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Kusurunu bilip islâhî tarafına gidenin günahını affeder ve gizler. Ve Allah Teâlâ pek esirgeyendir. O gibi ıslah eden kulları hakkında rahmet ve yardımı pek çoktur. Bu, âlemi İslaha çalışanlar için ilâhî bir vadi ve ilâhî bir lütfa nâiliyeti müjdelemektedir.

§ Vasiyet: Lügatte emir, bir işi birine ismarlamak demektir, Istilâhta bir malı veya bir menfaati, ölümden sonra kaydıyla bir şahsa veya bir hayır yönüne meccanen bağışlamaktır. Böylece bağışlanan mala "Müşabih" denir. Kendisine böylece bağışlanan şahsa veya hayır yönüne de "Musaleh" denilir. Bunu böylece teberrüen bağışlayan kimseye de "Musi" adı verilir. Bir kimsenin mallarında, çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere görevlendirilen kimseye de "vasi", "musaileyh" denilir. Bunun taşıdığı sif ata da "vesayet" denilmektedir.

§ Şartları İçerisinde olan bir vasiyet pek faydalıdır. Çok kere insanın öldükten sonra da amel defterinin kapanmayı? ona sevap yazılmasına bir vesiledir, İnsanlık adına yapılan güzel, hayırlı, şefkatlice bir muameledir. Bu bir sadakai câriyedir. Özellikle dinî vazifelerinden bazılarını her nasılsa vaktiyle yapamamış olan bir müslümanın yapamadıklarını telâfi için kefaret kabilinden yapacağı bir vasiyet, bir vecibedir ki kendisinin kurtuluşu sebebi olabilir. Bu yüzden bir nice fakirlerin, zayıfların imdadına koşulmuş, duaları alınmış olur. Binaenaleyh vasiyetlerin meşru olmasının hikmeti açıkça görülmektedir.

Şu kadar var ki bir kimsenin vasiyette bulunması için fazlaca malı bulunmalıdır. Kendisine vâris olanları verasetten mahrum bırakmamalıdır. Rivayet olunuyor ki; Hz. Ali'nin bir azatlısı vasiyette bulunmak istemiş; Hz. Ali ona sormuş: Ne kadar malın var?. O da demiş ki: Yedi yüz dirhem malım var. Bunun üzerine Hz. Ali ona mâni

olarak demiş ki: Cenâb-ı Hak (intereke hayren) buyuruyor. Bu çok bir mal demektir. Senin bu malın ise çok değildir.

Bir kimsenin terekesinin muhtaç olan yakınlarına kalması bunu başkalarına bağışlamasından daha ziyade sevaba vesiledir. Fakat, akrabasını mahrum bırakmadığı halde oldukça fazla olan malının üçte birini vasiyet ederse bu meteberdir. Ve yerine sarf edilince büyük sevaba vesile olur. Bu varisler de uymaya mecburdur. Ana,

baba veya diğer varislere yapılan vasiyetlere ve üçte bir miktarından fazla olan vasiyete diğer varisler razı olurlarsa bu da geçerli olur.

§ Vasiyetler bir yönden de beş kısma ayrılır. Birincisi: Vacip olan vasîyetlerdir. Emânetleri, borçları sahiplerine vermeğe dâir ve vaktiyle yapılmayan haç, zekât ve kefaretlere ait vasiyetler bu kabildendir. İkincisi: Müstehap vasiyetlerdir. Borcu ve varisi olmayan bir müslümanın bütün mallarını vasiyet etmesi gibi. Üçüncüsü; mendup olan vasiyetlerdir. Zengin bulunan ilim sahibi ve iyi durumda olan kimselere yardım için yapılan vasiyetler gibi. Dördüncü mubah olan vasiyetlerdir. Gariplerden veya yabancılardan zengin kimseler vasiyet gibi. Beşincisi de mekruh olan vasiyetlerdir, f asık, günahkâr kimselere yapılan vasiyet gibi.









183. Ey îman edenler!. Oruç sizden evvelkilerin üzerine farz olduğu gibi sizin üzerinize de farz olmuştur. Ta ki sakınabilesiniz.

183. Bu âyeti kerime, orucun pek kadim, mübarek bir fariza olduğunu bildiriyor. Şöyle ki: (Ey müslümanlar! Oruç sizin üzerinize farz olmuştur.) Bu mübarek ibâdet (sizden evvelki) ümmetlerin. Hz. Adem'den itibaren bütün peygamberlerin ve onlara tâbi olan (zatların üzerlerine farz olduğu gibi, sizin üzerinize de farz olmuştur.) Evet... Bu öyle mukaddes bir ibâdettir ki, bununla bütün ümmetler mükellef bulunmuşlardır. Bununla beraber bu hususta bir külfet hissedilirse bu külfete bütün takva sahibi ümmetler Allah rızasını kazanmak için seve seve katlanmışlardır. Sizler de bu pek feyizli ibâdeti bir şevk ve muhabbetle ifa ediniz. (Ta ki) Allah'ın emrine

muhalef etten (sakınabilesiniz). Nefsinizi koruyabilip takva sahipleri zümresinden olmuş olasınız.









184. Sayılı günler. İmdi sizden her kim hasta olur veya sefer üzere bulunursa tutamadığı günler ad edince diğer günler de -tutar-. Oruca pek zor dayanabilecek kimse üzerine de fidye bir fakir yemeği -farzdır-. İmdi her kim nafile olarak bir hayır yaparsa bu kendisi için daha hayırlıdır. Ve eğer oruç tutarsanız sizin için hayırlıdır. Eğer bilirseniz.

184. Bu âyeti kerime de oruç hususundaki ilâhî bir müsâadeyi bizlere bildirmektedir. Şöyle ki: Bu farz olan oruç günleri öyle pek uzun bir müddet değildir. Belki (sayılı günler) dir, bir aydan ibarettir. Başkaca da kolaylık gösterilmiştir. (İmdi sizden her kim) bu oruç günlerinde (hasta olur veya) belirli bir süre (bir sefer üzere bulunursa) oruç tutmayabilir. Bilahara iyi olunca ve sefere son verip ikamete başlayınca (tutmadığı günler adedince sair günlerde) oruç (tutar.) Bir de (oruca pek zor dayanabilecek bir kimse üzerine de) meselâ: Pek ihtiyar olduğundan veya müzmin bir hastalığın daimî tesiri altında bulunduğundan dolayı eda ve kaza suretiyle oruç tutması kendisi için asın yorucu bir hal sayılan bir müslüman üzerine de mutlaka oruç tutmak lâzım gelmez. Onun üzerine (bir fidye = bir fakirin yemeği) farz olmuş olur. Yani her günün orucu için bir fakire bir gününe yetecek kadar sabah ve aksam yemek verir veya onun bedelini verir. (İmdi her kim nafile olarak) Allah rızâsı için gönül hoşluğu ile nafile olarak (bir hayır yaparsa) meselâ fidye miktarını artırırsa veya pek ihtiyar olduğu veya hasta bulunduğu halde fazla metanet ve mukavemet göstererek orucu tutar, hem de fidye verirse (bu kendisi için daha hayırlıdır.) Bu yüzden daha çok sevaba nail olur. (Ve eğer) ey müslümanlar öyle hastalık halinde veya sefer esnasında tahammül eder de (oruç tutarsanız) bunu tehire bırakmazsanız bu (sizin için hayırlıdır) vaktiyle vazifenizi yapmış, borcunuzdan kurtulmuş, fazla sevaba nail olmuş olursunuz. Şüphe yok ki, nimet külfete göredir. Binaenaleyh sizler (eğer) bu hakikati (bilirseniz) orucunuzu bir an evvel tutarsanız, orucun faydalarına nail olursunuz.

§ Savm, Siyam = Oruç; lügatta nefsi meylettiği şeylerden imsak etmek, yani o şeyi yapmaktan kendini tutmaktır. Şer'en ise mükellef bir insanın bütün bir gün, yani: Sabahın başlangıcından güneşin batması zamanına kadar nefsini yemekten, İçmekten ve cinsel ilişkiden oruç niyetiyle engellemesidir.

§ Rasüli Ekrem Efendimiz, hicretin İlk yıllarında her aydan üç gün bir de aşure gününde nafile olarak oruç tutulmasını eshabı kiramına tavsiye buyurmuştu. Hicretten bir buçuk sene sonra ise Şaban ayının onuncu gününde ramazanı şerif orucunun farziyyeti beyan olunmuştur.

§ Oruç Hz. Adem'den itibaren bütün ümmetlere tevcih edilmiş bir mübarek ibâdettir. Fakat bilahara Yahudîler ve Hıristiyanlar, mükellef bulunmuş oldukları oruçların günlerini, sayılarını değiştirmiş, sanlarını değiştirmiş, perhiz ve diğer adlar altında uydurma törenler vücude getirmişlerdir.

§ Orucun meşru olmasının hikmeti pek açıktır. Oruç ilâhî bir emirdir. Her ilâhî emir ise bir nice hikmetleri, faydaları cemidir. Binaenaleyh oruç ta dinî, ahlâkî, İçtimaî, sıhhî bir çok faydalan ve meziyetleri içermektedir. Bu cümleden olarak, oruç tutan bir zat Kerem sahibi mabudunun emrine uymuş olacağından bu sebeple bir nice ilâhî lütfa mazhar olur. Bundan başka nefsine hâkim olmuş, geçici bir mahrumiyete katlanmış hayatın muhtelif cereyanlarına karsıdır erebilecek bir özellik kazanmış bulunur.

Oruç tutan bir zatta rikkat ve merhamet duyguları tecelli eder. Bir takım fakirlerin, yoksulların hallerini düşünür, kendisinde bir kalp yumuşaklığı bir insanlık duygusu meydana gelir. Bununla beraber oruç tutan bir zat, geçici bir mahrumiyete katlanır, bunun neticesinde nail bulunmuş olduğu nimetlerin kadrini daha iyi anlar, kalbinde daha ziyade şükran hissi parlamağa başlar, diğer dinî vazifelerini de bir şevk ile ifaya çalışır durur. Velhasıl orucun daha bir nice faydaları vardır. Ne mutlu bu güzel vazifeyi bir şevk ve neşe ile hakkıyla ifa eden müslümanlara.

§ Sefer ve sefer müddeti: Sefer, lügatte: Her hangi bir mesafeye gitmektir. Buna müsaferet te denir. Mukabili ikamettir. İst ilâhta sefer: Mutedil bir yürüyüş ile üç günlük, yani: On sekiz saatlik bir mesafeye gitmek. Mutedil yürüyüş ise yaya yürüyüştür ve kafile arasındaki deve yürüyüşüdür. Denizlerde de yelken gemileri ile havanın itidali muteberdir. İşte bu veçhile on sekiz saat sürecek mesafe, müddeti sefer sayılır.

Fıkıh alimlerinden bâzı zatlara göre sefer müddeti on sekiz fersahlık bir mesafeden ibarettir. Bir fersah ise üç mil, her mil ise yirmi dakika sürecek olsa on sekiz fersah 18 saat sürmüş olur.

Sefer müddeti İmamı Mâlik ile İmamı Ahmet'e göre de (16) fersah yani (48) mildir. Velhasıl sefer müddetinin böyle muayyen olması, bir ilâhî lütuftur. Yolcular için bir kolaylıktır. Yolcular bu serî müsaadeden istifâde edebilirler. İsterse bu kadar mesafeyi süratli nakil vasıtasiyle bir iki saat içinde kat edecek olsunlar.









185. Ramazan ayı, o, öyle bir aydır ki, o ayda insanlara doğru yolu gösteren ve açık âyetleri içine alıp hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân'ı Kerîm nazil olmuştur. İmdi sizden ramazan ayında hazır bulunan, o ayın orucunu tutsun. Ve kim hasta veya sefer halinde bulunursa, diğer günlerde o miktar oruç tutsun. Allah Teâlâ sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez. Umulur ki oruç adedini ikmal edersiniz. Ve size hidâyet buyurmuş olduğundan dolayı Allah'a tekbirde bulunursunuz ve şükredersiniz.

185. Bu âyeti kerime Ramazan ayının şerefini ve orucun ehemmiyetini şöylece göstermektedir: (Ramazan ayı öyle bir aydır ki) yahut o sayılı günler Ramazan ayıdır ki ıo ayda insanlara hidayet olan) onlara dinî vazifelerini bildirip kendilerini selâmet sahasına sevk eden (ve açık delilleri kapsayıp hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân'ı Kerîm) levhi mahfuzdan dünya semâsına Kadir gecesinde toptan (nazil olmuştur.) Sonra âyet âyet, süre süre hikmet ve ihtiyaca göre 23 sene zarfında yüce Peygamberimize Cibrilî Emin vasıtasiyle indirilmiştir. Diğer bir tefsire göre de Ramazanı Şerif öyle bir mübarek aydır ki onun şan ve şerefi hakkında Kur'ân"! Kerîm nazil olmuştur. (İmdi sizden) mükellef ve arızalardan berî olarak (Ramazanı şerife kavuşan o ayın orucunu tutsun.) Bu kendisi için bir farizadır. (Ve) sizden (kim hasta veya sefer halinde bulunur) da oruç tutmaz (ise diğer) oruç tutulmasında bir mahzur bulunmayan (günlerde o miktar) o oruç tutmamış olduğu günler adedince (oruç tutsun) Bu oruç borcunu kaza etsin. (Allah Teâlâ sizin için kolaylık ister.) Bunun içindir ki bu iki mazeretten dolayı orucu tehire bırakmanızı caiz kılmıştır, (sizin için güçlük istemez.) Size takatinizin üstünde bir şey ile emretmez. Artık Cenab-ı Hakkın bu lütuf ve keremini düşününüz. (Umulur ki) o kazaya kalan (oruç adedini ikmal edersiniz.) İlk fırsatta gününe gün oruç tutarsanız. (Ve size hidâyet buyurmuş olduğundan dol ayı Al I ah'a tekbirde bulunursunuz.) Nail olduğunuz İslâmiyetten, hak ve hakikati idrake kudretten dolayı bunları size ihsan buyurmuş olan Yüce Yaratıcıya saygı, teşbih ve tehlilde bulunmaya devam edersiniz. (Ve) o kerem sahibi nîmet verene (şükredersiniz.) Üzerinize düşen kulluk vazifelerini yerine getirmeğe çalışırsınız. Artık böyle güzel bir hareket sayesinde manen Allah'a ne kadar yakın olacağınızı düşününüz.









186. Ve kullarım, sana benden sordukları zaman şüphe yok ki, ben pek yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin davetine icabet ederim. Artık onlar da benim için icabet etsinler. Ve bana îman eyle sinler. Ta ki doğruyu bulmuş o I al ar.

186. Bu âyeti kerime ibadetlerde bulunan kullarına Cenab-ı Hakkın manen yakın olduğunu bildirerek onları dua ve niyaza, ibâdet ve itaate teşvik etmektedir.

Rivayete göre bir bedevî, Rasûli Ekrem'e müracaat ederek: Ya Rasûlallah!.. Rabbimiz bize yakın mıdır ki ona sessizce duada bulunalım, yoksa uzak mıdır M ona

seslenelim diye sormuş, onun üzerine bu âyeti celile nazil olarak Cenab'ı Hakkın dualara olan icabeti şöyle beyan buyrulmuştur. Habibim! (Kullarım sana benden sual ettikleri zaman) yani Rabbimiz bizim dualarımızı işiterek kabul eder mi? Ona ne şekilde yalvaralım? diye sorduklarında onlara de ki: Rabbim şöyle buyuruyor:

(Şüphe yok ki ben) kullarıma (çok yakınım) yani onlara zaman ve mekândan uzak olarak manevî, bir yakınlık ile pek yakınım, onların bütün hallerini, dualarını bilirim. (Bana dua ettiği vakit dua edenin temennisine) hikmet ve menfaate muvafık takdiri ezeliye aykırı değilse (icabet ederim) onu vücude getiririm. (Artık onlar da) o dua ve niyazda bulunan kullar da (benim için) imâna davetime, ibâdet ve itaate devam etmeleri hususundaki emirlerime (icabet etsinler) muhalefette bulunmasınlar. (Ve bana İman eylesînler) imânlarında sebat üzere bulunsunlar. (Ta ki raşidinden) doğruyu bulmuş, hidayete ermiş kullarımdan (olabilsinler). Binaenaleyh Cenab-ı Hakkın manevî yakınlığına, onun merhamet ve şefkatine nâiliyet için halisane dualarda, niyazlarda bulunmalıyız. İmanımızda, dinî vazifelerimizde sebat ve metanet göstermeğe çalışmalıyız. Hattâ bazı müfessirlere göre bu âyeti kerimedeki duadan maksat, ibâdet ve itaattir. İcabetten maksat ta sevaptır. O halde buyrulmuş oluyor ki: Kullarım bana ibâdet ve itaatte bulunsunlar ki ben de onlara sevap ihsan edeyim.

§ Dua: Lügatte çağırmak demektir, İstılahta: Küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya karşı yapılan niyaz ve temenni mânâsındı getirmektir.

İcabet ise istenilen şeyi vermek, yerine

§ Duaların lüzumu ve faydası: Cenab'ı Hakka yapılan dualar; ondan keremler, lütuflar, aflar, istemek demektir. Böyle bir istek, böyle bir niyaz bir Yüce Yaratıcının varlığına imanın güzel bir delilidir. Cenab-ı Hakka bağlığın, ondan başka hakikî bir şekilde veren, alan ve verilene engel olan bulunmadığına ait sağlam bir kanaatin

mükemmel bir niş an esidir. Maamafih dua ile kulluk ortaya konmuş Yüce Mabudumuza karşı zillet ve güçsüzlüğümüz, ihtiyacımız gösterilmiş bulunur, Rabbinze yalvara yakara gizlice dua edin. (A'raf 7/55) âyeti kerimesi de gösteriyor ki, biz kullar Cenab'ı Hakka tam bir yalvarış ve

niyaz ile tenhaca gizli olarak, dua etmekle mükellefiz. Artık duadan kim müstağni olabilir? İnsana yönelen bir zararın, bir felâketin açılıp bertaraf olması için Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah'a dua ve niyazda bulunmamak şeriat ve tarikat ehli katında yerilmiştir. Çünkü böyle bir hareket, dolaylı olarak, Allah'a karşı bir direnme, belâya karşı bir tahammül iddiasını gösterir ki, bu kulluk şanına lâik değildir. Halbuki bütün m ah I ü kat her hususta Cenab'ı Hakka muhtaçtırlar. Dua ise bu ihtiyacı itiraftır. Cenab'ı Hakka ilticadır. "Allah Teâlâ benim halime benim duamdan evvel kâfidir" diyen zatlar, bununla duanın lüzumsuzluğu görüşünde değildirler. Belki Cenab-ı Hakkın hikmetinin gereği ne ise onun zuhur edeceğine inanmış bulunduklarını ifade etmek istemişlerdir. Bir de kendilerinin nail oldukları binlerce nimete rağmen mâruz kaldıkları bedenî, geçici bir musibetten dolayı hemen duada bulunmayı, bir sabırsızlık ve hakka teslim olmamak belirtisi gibi olacağından derhal muvafık görmemişlerdir. Yoksa Hz. İbrahim gibi en büyük peygamberler de bir çok dualarda bulunmuşlardır. Kur'ân'ı Kerîm bunu söylemektedir. Özellikle Fatiha-i Şerifeyi okuyan her müslüman, her gün defalarca Cenab'ı Hakka dua ve niyazda bulunmuş, olmuyor mu? Binaenaleyh dua, bizim için bir kulluk vazifesidir. Bunu terk etmek kulluk alametine aykırıdır. Biz dua ile Cenab'ı Hakka manen yakınlık şerefine nail olmak, maddî ve manevî hastalıklardan kurtulmak niyaz ederiz.

§ Duaların kabulü meselesine gelince: Bunların adabı ve şartları vardır, dua: Meşru, haddizatında mümkün bir şey hakkında yapılmalıdır. Gafil ân e, eğlenircesine değil bir huzüri kalp ile olmalıdır. Maamafih kabulünü acele istememelidir. Olabilir ki hikmeti gereği bir zaman sonra kabul olunur. Bâzı dualar da takdiri ezeliye muhalif olacağından istenildiği gibi kabul edilmezse de bundan dolayı dua eden sevaba nail olur, daha mühim dünyevî veya uhrevî bir nîmete kavuşur. Bu suretle de yine duası l abul olmuş sayılır.

Gerçek şu ki, yapılan duaları Cenab'ı Hakkın kabul buyurması; bu duaları Hak Teâlâ'nın işitip o hususta hikmetinin gereği ne ise onun tecelli etmesi demektir. Hak Teâlâ yapılan dualardan haşa gafil değildir. Bunların takdiri ilâhiye, hikmet icabına muhalif olmayan kısmını kabul buyurur. Sünneti ilâhiye böyle işler.

§ Allah'a yakınlık meselesine gelince: Bu da bir manevî yakınlıktır, yoksa bir mekân yakınlığı değildir. Malûm olduğu üzere Cenab'ı Hak zaman ve mekândan uzaktır. O mahlûkat gibi her hangi bir mekâna muhtaç, bir mekânda mukim değildir. Bu, mahlukata mahsus bir ihtiyaçtır. Cenab-ı Hak bir mekânda olsa o mekâna uzak bulunan bir yerdeki mahlûkat ma uzak bulunmuş olur. Meselâ: Semada olsa yeryüzünde bulunanlara, yer yüzünde bulunsa semada olanlara uzak düşmüş olur. Böyle bir hal ise ilahlık şanına zıttır. O halde, Hak Teâlâ'nın kullarına yakın olması, onun ilminin kemalini temsil içindir. Yani: Kullarının bütün işlerini, sözlerini son derece iyi

bildiğine beyan içindir. Nitekim bir âyeti kerimede = Biz ona boynundaki şah damarından daha yakınız. (Kaf 50/16J

buyrulmuştur. Yani: Kullarımın her halini son derecede iyi bilmekteyim. Binaenaleyh biz kullara düşen vazife, Cenab-ı Hakkın bizleri her bakımdan görüp bildiğini düşünerek kendi hayatımıza, şahsi terbiyemize, adabı Islâmiyemize hakkıyla riayette bulunmamızdır. O kerem sahibi ve merhametli olan mabudumuzun bizlere verdiği nimetlere, müsaadelere karşı da şükür secdesine kapanıp kulluk arzında bulunmaktır.







187. Sizin için oruç gecesi kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmak helâl kılındı. Onlar sizin için elbisedir. Siz de onlar için elbisesiniz. Muhakkak sizin nefislerinize hiyanet edeceğinizi Allah Teâlâ bildi ve tövbenizi kabul etti ve sizden -günahlarınızı- af buyurdu. Şimdi onarla cinsel ilişkide bulununuz. Ve Allah Teâlâ'nın sizler için yazdığı şeyi isteyiniz. Ve sizler için şahabın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyiniz ve içiniz. Sonra orucu ertesi geceye kadar tam tutunuz. Ve siz mescitlerde itikafta bulundukça kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmayınız. Bu, Allah'ın hudududur. Sakın onlara yaklaşmayınız. İşte Allah Teâlâ âyetlerini insanlara böyle açıkça beyan buyurur. Ta ki onlar sakınalar.

187. Bu âyeti kerime, bu rahmete nail olmuş ümmet hakkında önemli bir müsâadeyi içerir, aile hayatının ehemmiyetine işaret etmektedir, itikâfın da bir kudsî ibâdet olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Vaktiyle müslümanlar oruç tutacakları zaman yatsı namazını kılıncaya, veya uyuyuncaya kadar yiyip içer, eşleriyle cinsel ilişkide bulunabilirlerdi, ondan sonra böyle yapamazlardı. Her nasılsa ashabı kiramdan bazıları yatsıdan sonra eşleriyle cinsel ilişkide bulunmuşlar, sonra da bunun haram olduğunu düşünerek pek müteessir olmuşlar, Hz. Peygamber'e gelip özür beyanında bulunuvermişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, bu rahmete ermiş ümmet için bir lütfü ilâhî olarak fecri s ad ıkın doğuşuna kadar yiyip, içmek ve eşlerine yaklaşmak oruç tutacak zatlar için helâl kılınmıştır. Sonra bir erkek ile eşi, biri birinin elbisesi sayılmış, aralarında pek ziyâde bir bağlılık olduğu gösterilmiştir. Bir elbise sahibini nasıl soğuktan, sıcaktan, insanların gözlerinden muhafaza ederse bir koca ile bir karısının da biri birini böyle korumasına, bir iffet ve nezahat dairesinde yaşamalarına işaret buyrulmuştur.

Bir de itikaf halinde nefsanî şeylerden mümkün mertebe alâkayı keserek bir huzüri kalb ile ibâdet ve taatte bulunulmasına dikkat çekilmiştir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!.. (Sizin için) Ramazanı şerifteki veya diğer günlerdeki (oruç gecesinde kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmak helâl kılındı.) Artık buna aykırı olan hüküm, kaldırılmıştır. (Onlar) eşleriniz (sizin için bir elbisedir.) Sizinle bir vücut gibidir. Bir yatakta yatar, bir birinizle temasta bulunursunuz. Ey erkekler!.. (Siz de onlar için) o eşlerinize mahsus (bir elbisenizdir.) Aranızda büyük bir alâka, mühim bir bağlılık vardır. (Muhakkak sizin nefislerinize hıyanet edeceğinizi) oruç tutacağınız günlerin gecelerinde nefislerinizi eşlerinizle cinsel ilişkiden engellemeyip zulme, günaha mâruz bırakacağınızı (Allah Teâlâ) ilmi ezelîsiyle (bildi de tevbenizi) şimdi veya daha sonra olacak pişmanlıklarınızı (kabul buyurdu ve) tövbelerinizden dolayı (sizden) günahlarınızı (af buyurdu.) Onların eserini imha etti. Ve size artık müsaade buyurmuştur, (şimdi onlara) eşlerinizle (cinsel ilişkide bulununuz ve) maamafih bu muameleniz yalnız nefsanî zevklerinizi tatmin için olmamalıdır. (Allah Teâlâ'nın sizin için yazdığı) mukadder buyurduğu (şeyi isteyiniz) evlât sahibi olmanızı, nefsinizi yasak şeylerden, gayri meşru temayüllerden muhafaza buyurmasını o kerem sahibi yaratıcıdan niyaz eyleyiniz. (ve sizler için sabahın beyaz ipliği) gecenin (siyah ipliğinden seçilinceye kadar) sabahleyin şafak söküp tan yeri iplik gibi ağarıncaya kadar = Sabahın bir beyaz hattı ziyaîsi zuhur edip imsak vakti oluncaya değin (yiyiniz ve içiniz) cinsel ilişkide bulununuz, bunlar size helâldir. (Sonra) bu fecri sadıktan itiberen (orucu ertesi geceye kadar tam tutunuz.) Bu müddet zarfında yemekten, içmekten, cinsel ilişkiden sakınınız. (Ve siz mescitlerde itikafta bulundukça eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmayınız.) Bu halde bu ilişki caiz değildir, itikâfa mânidir. (Bu) hükümler (Allah Teâlâ'nın hudududur.) Bunlara tecavüz etmek caiz değildir. (Sakın onlara yaklaşmayınız) onlara tecavüz sayılacak, tecavüze sebebiyet verecek şeylere temayül göstermeyiniz. (İşte Allah Teâlâ âyetlerini) dinî delilleri, (böylece açıkça insanlara beyan buyurur.) Onları ikaz eder ve aydınlatır. (Ta ki onlar sakınalar) Cenab-ı Hakkın emirlerine, yasaklarına muhalefeten sakınırlar.

§ Itikâf: Lügatte bir şeye devam etmektir. Böyle bir şeye devam eden kimseye de "mutekit" denilir. Şeriat lisanında ise itikaf bir mescidi şerifte veya o hükümde bulunana bir yerde itikaf niyetiyle bir müddet ikamet etmektir.

itikâflar üç kısımdır. Birincisi; kifayet yoluyla bir sünneti müekkededir. Bu müslümanlardan bir veya bir kaç zatın Ramazanı şerifte itikafta bulunmasıdır. Bu halde başkaları artık bu sünnetle mükellef bulunmuş olmazlar. İkincisi; müstehab olan itikâftır. Bu, Ramazandan başka bir zamanda ibâdet niyetiyle bir mescitte bir müddet ister bir saat olsun yapılan bir itikâftır. Üçüncüsü de; vacip olan itikâftır. Bu da nezrim olsun şu kadar gün itikafta bulunayım diye yapılan itikâftır. Bu itikaf için her halde oruçlu bulunmak şarttır.

§ İtikâfın diğer şartlarına gelince: Itikâfa giren kimse müslüman, akıllı, temiz bulunmalıdır. İsterse henüz baliğ olmamış olsun. Itikâf, mescitte veya o hükümde olan bir yerde yapılmalıdır. Kadınlara için hanelerinde mescit edinecekleri bir oda mescit hükmündedir. Onlar bu odalarında it i kafa niyet edebilirler.

§ İtikâfın serî hikmeti ihlâs ile yapılan bir itikaf pek güzel bir ameldir, İnsan bu sayede geçici dahi olsa dünya işlerinden ayrılarak hakka yönelmiş, ilâhî dergâha iltica eylemiş sayılır. Bu müddet zarfında mümkün mertebe nefsanî şeylerden alâkasını keserek bir huzuru kalb ile ibâdet ve itaatte bulunmuş olur. Maneviyatı, tefekkürleri yüksetir. Ve bir mabette itikâfta bulunmadıkça dâima namaz vakitlerini bekleyeceğinden devamlı olarak namaz kılıyormuş gibi sevaba nail olur. Bu sayede maneviyatı yükselir, hayatının en kıymetli faydalı günlerini yaşamış olur. Rasüli Ekrem Efendimiz Medine'i Münevvere'de bulundukça her Ramazanı şerifin son on gününde itikâfa devam buyurmuşlardır.

Velhâsıl: İtikaf, bir güzel ameldir, bir takva, bir fazîlet nişânesidir. Rizai hak için itikafa giren bir zat, güzel bir itikade, güzel bir hayat tarzına sahip demektir. Artık o Mabudu Keriminin bütün emirlerine, yasaklarına riayet etmek ister, kimsenin malına, canına kötü bir gözle bakmaz. Ne güzel bir hayat.







188. Ve mallarınızı aranızda bâtıl sebeple yemeyiniz. Ve insanların mallarından bir kısmını siz bildiğiniz halde günah ile yemek için o malları hakimlere düşürmeyiniz.

188. Bu âyeti kerime insanlık âlemine en mühim hukukî, içtimaî bir ders vermektedir. Rivayet olunuyor ki: Abdanıl Harzemî adındaki bir zat, Imrü Ülkaysil' Kindî aleyhine bir arazi hakkında peygamber (a.s.'in huzuruna gelerek davada bulunmuş, bu hususa dair delili olmadığı için imrür Kays'ın yemin etmesi gerekmiş,

Resûlullah ta = Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değer ile değiştirenler var ya... (Âl

Imran 3/77) âyeti kerimesini okumuş, bunun üzerine imrür Kays titremiş, yemine cesaret edemeyip o araziyi davacıya vermiş, bunun üzerine de bu âyeti kerime nazil olmuştur.

Bu âyeti kerime, bilhassa müslümanlara şöyle bir tenbihte bulunmuş oluyor: Ey müslümanlar!. Siz oruçlu olduğunuz zaman kendi helâl malınızdan, ailenizden bile geçici bir zaman için olsun istifâde etmekten yasaklanmış bulunuyorsunuz. O halde kendi mallarınızdan ve başkalarının mallarından haram yere istifadeye çalışmanız nasıl caiz olabilir. Bir kerre insan kendi helâl malını bile lüzumsuz yere sarf etmemeli, içki gibi, kumar gibi şeylere harç ederek günahkâr olmamalıdır. O halde başkasının mallarına da her hangi esassız bir sebeple tecavüze kalkmamalıdır. Yalan yere yemin etmek, yalancı şahit tutmak, bu hususta ona buna rüşvet vermek gibi en büyük günahları işlememelidir. Her müslüman böyle bir hareketin caiz olmadığını bilir. Artık buna nasıl cesaret edebilir?. Ve yine bu âyeti kerime de işaret vardır ki: Bir aile fertleri de biri birine karşı haksız yere huşunette bulunmamalıdır. Meselâ boşanma ve zulüm ve eziyet veya kötü davranma iddiasiyle hasmane bir vaziyet alarak mahkemelere düşmemelidir. Böyle lüzumsuz, hilafı hakikat iddialarla mallarını boş yere elden çıkarmamalıdır. Bunun manevî mesuliyetini de düşünmelidirler. Evet... Buyruluyor ki, ey insanlar!. (Mallarınızı da aranızda) gasp gibi, hırsızlık gibi bir (bâtıl sebeple yemeyiniz.) Ondan her hangi haram suretle istifadeye kalkışmayınız. (Ve insanların mallarından bir kısmını) size haram olduğunu (siz bildiğiniz halde günah ile) günahı icap eden yalan şahitlik ile, yalan yere yemin ile veya rüşvet ile elde edip (yemek için o malları hakimlere düşürmeyiniz.) O hususta muhakemelere sebebiyet verip bir kısım malların beyhude yere elden çıkmasına meydan vermeyiniz. Bunun manevî, uhrevî mesuliyetini düşününüz.

Hâkim olan zat da basiret sahibi bulunmalıdır. İcap ederse davacıları uyarmaya ve irşad etmeye çalışmalıdır. Maamafih hâkim şahitlerin şahadetine veya davacı veya davalının yeminine binaen hüküm verir. Fakat eğer şahitler yalan yere şahadette bulunmuşlar ise veya yalan yere yemin yapılmış ise bu hükmün Allah katında bir kıymeti yoktur. Bunun bütün mesuliyeti yalan yere davada bulunanlara, yalan yere şahitlik edenlere, yalan yere yemine cüret edenlere aittir. Artık buna bir mü'min nasıl cesaret edebilir?..

"Gam değildir gide dünya kala din"

"Gam odur kim kala dünya, gide din"







189. Sana hilâllardan soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için ve haç için birer alâmettir. İyilik, evlere arka taraflarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik, takva sahibi olanın iyiliğidir. Ve evlere kapılarından geliniz. Ve Allah'tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.

189. Bu âyeti kerime, Ay'ın saftı alarmdaki hikmet ve menfaate ve hareketlerden sakınmanın lüzumuna işaret etmektedir.

Malûm olduğu üzere: Ehille, hilalin çoğuludur. Hilâl ise ayın birinci, ikinci ve üçüncü gecedeki halidir. Ondan sonra ayın sonuna kadar "kamer" denir. Bâzı kimseler Rasûli Ekrem'e müracaat edip, bu hilâllerin böyle zuhur edip durmalarındaki sebebi veya hikmeti sual etmişlerdi. Bir de belirli aylarda haç veya umre yapan cahiliye kavimleri ihrama girdikleri zaman evlerine veya çadırlarına girmek zaruretinde kalırlarsa bunlara kapılarından girmezlerdi. Belki bunlara arka taraflarından birer delik açarak oralardan girerlerdi. Bunu da bir iyilik ve takva alâmeti sayarlardı. İşte bunun da doğru bir hareket olup olmadığı sual olunmuştur. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur. Buyrulmuş oluyor ki: Resulüm!. (Sana hilâllerden soruyorlar.) Bunun ne hikmete mebni böyle göründüğünü anlamak istiyorlar. Kendilerine (de ki onlar) o hilâller (insanlar için ve haç için birer alâmetlerdir.) Bunların vasıtasiyle ziraat, ticaret, borçları ödeme gibi dünyevî işlere ait zamanlar anlaşılır. Oruç, iftar, bayram gibi dinî vazifelere ait zamanlar belli olur. Kadınlara ait âdet, gebelik, boşanma iddeti gibi müddetler de bilinmiş olur. Eda veya kaza edilecek haç ve umre vakitleri de bu sayede anlaşılır, ona göre hareket edilir.

Evlere girmek hususuna gelince (iyilik) hayır ve takva (evlere arka taraflarından girmeniz değildir.) Bunun ne faydası var? (Fakat... İyilik, takva sahibi olanın) haktan korkarak namaz, haç gibi dinî vazifelerini ifa eden ehli imanın (iyiliğidir.) İyilik ve takva bunların bu gibi hareketleridir. İşte siz de böyle hareket ediniz. (Ve evlerinize kapılarından) gelip (giriniz) dinî hül ümleri değiştirmeyin veya yanlış telâkki etmeyin. (Ve Allah Teâlâ'dan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.) Fevz ve kurtuluşa nail olasınız.

Velhâsıl bu ilâhî beyanlardan pek güzel anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hakkın her yarattığı şeyde bir büyük hikmet vardır. Bu cümleden olarak ayın, muhtelif safhaları birer kudret harikasıdır. Beşeriyet için bir mükemmel rehberi hareket rehberidir. Güneş ile Ay arasında büyük bir münasebet ve yine büyük bir muhalefet vardır. Kamer ziyasını muntazam güneşten almakta, onunla her ay muhtelif ve birbirine uygun tarzda karşılaşmaktadır. Fakat... Ay dâima güneş gibi bir halde görülmemektedir. Hilâl halinde görülmekte, safhasının ziyası vakit vakit azalıp çoğalmaktadır. Bu sayede ise medenî, bedevî, bütün insanlar için belirli vakitleri kolaylıkla tâyin etmek ve anlamak mümkün olmuştur. Ne güzel bir hikmet örneği...

Diğer bir tefsir ve yoruma göre de bu âyeti kerime bir mühim uyarıyı içermektedir. Şöyle ki: Bâzı kimseler Rasûli Ekrem'e müracaat edip ayın safhalarındaki farklılığın hikmetini, faydasını değil, astronomi ilmî bakımından sebebini sormuşlar. Bu farklılığın neden ileri geldiğini bildirmesini istemişler, halbuki Yüce Peygamber'den bunu sormak değil, bunun şer'î hikmetini umumî faydasını sormak uygun olurdu. Binaenaleyh bu sualleri ile ters bir harekette bulunmuşlar, âdeta evlerine kapılarını bırakıp ta arka taraflarından girmek isteyenlere benzemişlerdi. Artık bunları irşat için bir darbı mesel kabilinden olarak: Evlerinize kapılarınızdan giriniz, aksine harekette bulunmayınız diye tenbih buyrulmuştur.







190. Ve sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşınız. Fakat haddi tecavüz etmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ öyle tecavüz edenleri sevmez.

190. Bu âyeti kerime, Islâmî hayatı müdafaa ve muhafaza için cihadın meşruiyetini bildirmektedir. Müslümanlar İlk zamanlarda müşriklerin ezâ ve cefalarına karşı sabretmekle mükelleftiler. Bilahara bu âyeti kerime ile müslümanlara cihad emrolunmuştur. Şöyle buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!.. Kurtuluşa ermek için Allah'tan korkunuz. (Ve sizinle savaşta) muharebede (bulunan) kâfir (ler ile siz de Allah yolunda) Cenab'ı Hakkın dinini yüceltmek ve güçlendirmek için (mukatelede) cihatta (bulununuz.) Güzel niyetten ayrılmayınız. (Ve haddi tecavüz etmeyiniz.) Bu hususta Islâmiyetin tâyin ettiği hududu asmayınız. Meselâ: Sizinle harb etmeyen kadınlara, çocuklara, rahiplere, acizler güruhuna saldırmayınız. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ öyle saldırgan olanları sevmez.) Yani onlar hakkında hayır dilemez.

§ Muhabbet: Nefsin bir şeye meyletmesidir. Cenab-ı Hakta ise böyle bir nefsin meyletmesi düşünülemez, bu imkânsızdır. Binaenaleyh Allah'ın muhabbetinden maksat, onun dilediği kulu hakkında lütf ve ihsanıdır.









191. Ve onları her nerede bulursanız öldürünüz. Ve sizi çıkarmış oldukları yerden siz de onları çıkarın. Fitne ise katilden daha büyüktür. Ve onlar sizinle savaşta bulunmadıkça siz de Mekke hareminde onlar ile savaşta bulunmayınız. Fakat onlar sizinle savaşta bulunurlarsa onları öldürünüz. Kâfirlerin cezası böyledir.

191. Bu âyeti kerime misilleme yoluyla müdafaanın meşru olduğunu ve lüzumunu göstermektedir. Şöyle buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!. Siz, hayatınıza, mukadderatınıza saldıran din düşmanlarına karşı koyunuz. (Ve onları her nerede) gerek Mescid'i Haram dışında ve gerek haremde (bulursanız öldürünüz.) Millî hayatınızı korumağa çalışınız. (Ve sizi çıkarmış oldukları yerden) Mekke'i Mükerreme'den (siz de onları çıkarın.) Onlar fitnede bulunmuş, şirke düşmüş, sizleri vatanınızdan çıkarmış kimselerdir. Böyle bir (fitne ise öldürmekten daha şiddetlidir.) Onları harem sahasında öldürmenizden daha büyüktür. Onlar böyle bir katli fazlasıyla haketmişlerdir. (Ve onlar sizinle savaşta bulunmadıkça siz de) haremi Mekke'de (onlar ile) İlk önce savaşta bulunmayınız. Haremin hürmetine riayet ediniz. (Fakat. Onlar sizinle savaşa kalkışırlarsa) Haremi Şerifin hürmetin! çiğneyen onlar olmuş olurlar. O halde (onları öldürünüz) öyle mukaddesata ihanet eden (kâfirlerin cezası böyle) öldürme ve tenkil (dir.)

§ Fitne: İmtihan, tecrübe, tefrika mânasına geldiği gibi çok kere de insanı günaha sokan, insanı vatanından haksız yere çıkaran, insanı belâya, sıkıntıya uğratan, insanı aldatan şey mânasına gelir. Böyle bir fitne ölümden daha ağırdır. Çünkü bunun zararı ölümden sonra da devam edecektir.







192. Artık şirke son verirlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ bağışlayandır, esirgeyendir.

192. Bu âyeti kerime, cihadı, ı âdi bir menfaat iç in olmayıp ilâhî din gayesine matuf olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (Artık) size karşı savaşta bulunanlar, küfür ve şirke (son verirlerse) size karşı savaşmaktan sakınırlarsa, siz de onları bırakınız, dünyevî bir maksat için onları cezalandırmaya çalışmayınız. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ bağışlayandır) onların evvelce yaptıkları şeyleri af ve mağfiret buyurur. Ve Hak Tealâ (esirgeyendir.) onları cezalandırmaz. Bu halde onlara tecavüz etmenize merhameti ilâhiye müsaade etmez.

Bunun içindir ki Rasüli Ekrem Hazretleri vaktiyle Yüce Peygamberliğine karşı büyük düşmanlıkta, tecavüzde bulunup o mukaddes vücûdu Mekke-i Mükerremeden, o mübarek yurdundan çıkarmış olanları da bilahara tövbe ve istiğfar edip İslâmiyet! kabul ettikleri için af f etmiş, haklarında İslâm kardeşliği düsturunu tatbik eylemiş, hepsine karşı pek âlicenapça muamelede bulunmuştur.









193. Ve bir fitne kalmayıp din yalnız Allah için oluncaya kadar onlar ile savaşa devam ediniz. Eğer onlar son verirlerse artık husûmet ancak zâlimlere karşı -olur-.

193. Bu âyeti kerime Cihadın ne zamana kadar ve kimlere karşı yapılıp yapılamıyacağını göstermektedir. Şöyle buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!. Düşmanlarınız size saldırmayıncaya (ve bir fitne) bir küfür, bir zulüm ve isyan (kalmayıp din) ibâdet ve itaat (yalnız Allah için oluncaya) ondan başkasına tapılmayıncaya (kadar onlar ile) o müşrikler ile (cihada devam ediniz.) İslâm dinini yayıp yüceltmeye çalışınız. (Ve eğer onlar) şirk ve isyana (son verir) tövbe ve istiğfarda bulunur (larsa) artık onlara tecavüz etmeyin. Çünkü (husumet) Allah yolunda savaş 'ancak zâlimlere) küfr ve isyan erbabına (karşı olur.)

Binaenaleyh halini düzeltip küfr ve zulme son verenlere karşı savaşta bulunmak caiz olmaz. Nitekim bir hadisi şerifte. buyrulmuştur. Evet.. Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur.

"Fışkı ne ziyan eyler hayrolsa serencamı"









194. Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün hürmetler bir birine kısastır. O halde her kim size tecavüz ederse siz de ona size olan tecavüzünün misliyle tecavüz ediniz. Ve Allah'tan korkunuz. Ve biliniz ki Allah Teâlâ şüphesiz korunanlarla beraberdir.

194. Bu âyeti kerime, bir mühim ceza nazariyyesinin aslını teşkil etmektedir. Suç ile ceza arasında bir uygunluk bulunmasını, cezanın suçtan fazla olmamasını emretmektedir.

Bilindiği üzere bu haram aydan maksat, Zilkade ayıdır. Bu ay'a öteden beri hürmet edilirdi. Bu ay'da savaş yapılmazdı. Rasûli Ekrem hazretleri bir umre yapmak için bu ay'da Mekke-i Mükerremeye gitmişti. Fakat Mekke müşrikleri bu umreye mâni olmuşlardı. Yapılan bir anılaşmaya göre Rasûli Ekrem hazretleri ertesi sene gidip bu umreyi yapmıştı. Şayet müşrikler yine mâni olacak olsalardı o yüce peygamber harp ederek Mekke'ye girip bu umreyi yapacaktı. Bazı kimseler şayet harp edilirse bu ayın haramlığı bozulmuş olmaz mı? demişlerdi. Bunun üzerine bu ayeti kerime nazil oldu. Buyrulmuş oluyor ki: (Haram ay) zilkade ayı (haram aya karşılıktır.) Buna iki tarafta karşılıklı olarak uymalıdır. Madem ki müşrikler bu ayın haramlığına riayet etmeyip müslümanlara karşı vaziyet aldılar, harbi göze almış bulundular, müslümanlarda bu ayda onlara karşılık vererek harp edebilirler. Çünkü bu bir, misliyle karşılıkta bulunmaktır. (Ve bütün hürmetler (dokunulmazlıklar) birbirine kısastır.) Gayrimüslimler, haram aya haram belde olan Mekke-i Mükerremeye ve ihrama hürmete riayet etmeyip de bunlarda müslümanlara saldırırlarsa müslümanlar da bir kısas, bir karşılık olmak üzere onlara saldırabilirler. Buna o düşmanlar sebebiyet vermişlerdir. (O halde) ey müslümanlar!. (Her kim size tecâvüz ederse) harem bölgesi içerisinde ihramlı iken veya haram ayda sizi öldürmeye cür'et gösterirse (siz de ona size olan tecavüzünün misli ile tecâvüz ediniz.) Çünkü bir kötülüğün cezası, onun misli olan bir kötülüktür. (Ve) ey müslümanlar (Allah'tan korkunuz.) size izin verilmemiş olan şeyi tercih edip cezayı artırmayınız. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ) kendilerine yardım etmek, şan ve şereflerini düzeltmek ve yüceltmek suretiyle (şüphesiz korunanlarla beraberdir.t Artık Cenab-ı Hakkın bu harp ve vuruşma hususundaki emirlerine de gerçekten uyunuz ki Allah'ın yardımına ve lütfuna kavuşasınız.ı









195. Ve Allah yolunda harcayınız. Ve kendi nefislerinizi tehlikeye düşürmeyiniz. Ve iyilikte bulununuz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ iyilik edenleri sever.

195. Bu âyeti kerime, hak yolunda fedakârlığın lüzumunu şöylece anlatmaktadır. Ey müslümanlar!. Takva sahipleri olunuz (Ve Allah yolunda) cihad uğrunda, fakirlere yardım hususunda, hayır ve iyilik konusunda mallarınızı (harcayınız ve kendinizi) harpten kaçınmak, o uğurda mal sarfetmemek, düşmanın maksadını anlamaya çalışmamak gibi sebeplerle veya malınızı boş yere çokça sarf edip de fakirlik ve ihtiyaç içinde kalmak suretiyle (tehlikeye düşürmeyiniz. Ve) Allah yolunda mal ve bedenle (iyilikte) fedakârlıkta (bulununuz) elbette iyilikleriniz zayi olmaz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ iyilik edenleri) iş ve ahlâkı güzel (olanları sever.) Onları sevaba ve mükâfata ulaştırır.

§ Bu âyeti kerimedeki, iyilikle emr, cihadı da içine almaktadır. Çünkü cihad, müslümanlıkta iyilik etmek vazifesidir. Cihattan maksat; mal kazanmak, başkalarının yurdunu elde etmek, başkalarını esir olarak yaşatmak değildir. Belki bütün insanlık âlemini hak ve hakikatten haberdar etmek, bütün insanları gerçek bir dine, bir hürriyet ve hidayete kavuşturmaktır. Cihad, görünürde bir tecavüz gibi görünse de, haddi zatında bir korunmadır, bir korumadır, insanlığı sonsuz mes'üliyetten ve felâketten kurtarma vesilesidir, bir nice akıllı kimseleri uyandırıp hak yoluna sevk etmeye sebeptir. Binaenaleyh böyle güzel bir niyetle yapılan bir cihad, haddizatında bütün insanlığa karşı bir iyilikten başka birşey değildir.

Maamafih müslümanlara karşı sırf dünya menfaatları sebebiyle düşman bulunan bir çok kavim mevcuttur. Artık bunlara karşı müslümanların uyanık olmaları mal ve bedenle fedakâr olarak cihada hazır bir halde bulunmaları lâzımdır. Bu da bir iyiliktir. Buna muhalif hareket ise İslâm cemiyeti hakkında bir tehlike teşkil edeceğinden asla caiz değildir.

İstanbul'da defnedilmiş bulunan ashabı kiramdan Ebu Eyyübil Ensârî demiştir ki: Bu âyeti kerime bizim hakkımızda nazil olmuştur. Biz İslâm'ın başlangıcında Resülullah'a yardım ettik. Onunla muharebelere iştirak ettik, onu çocuklarımıza, ailemizi mallarımıza tercih eyledik. Vaktaki İslâmiyet etrafa yayıldı, müslümanların sayısı arttı, muharebelere son verilir gibi oldu, bizler de ailemize, çocuklarımıza, mallarımıza döndük, onlar ile meşgul olmağa başladık. Bu hal ise bir tehlikeye sebebiyet verebilirdi. Binaenaleyh bu âyeti kerime nazil oldu. Bu gibi tehlikelere kendi elimizle sebebiyet vermekten bizi men buyurdu, ikaz etti.

Gerçekten de söz konusu zat, bundan sonra bütün cihadlara iştirak etmiş ve Hz. Muaviye zamanında İslâm ordusu ile gelip İstanbul'un muhasarasında bulunmuş ve bu esnada vefat edip bilinen türbesine gömülmüştür. Allah ondan razı olsun.









196. Ve Allah için haccı da umreyi de tamam yapınız. Fakat men olunursanız kurbandan kolaya geleni -Minâya gönderirseniz-. Ve bu kurban mahalline varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz. Ancak sizden her kim hasta olur veya başında bir eziyet bulunursa ona da oruçtan veya sadakadan veya kurbandan bir fidye -vacip olur-. Sonra emin olduğunuzda kim hac zamanına kadar umre ile istifade etmiş olursa kolayına gelen bir kurban kesmek -icap eder- Fakat her kim bulamazsa üç gün hac esnasında, yedi günde döndüğünüz vakit oruç vacip olur ki bunlar tam on gündür, Bu, ailesi Mescidi Haramda bulunmayan kimseler hakkındadır. Ve Allah'tan korkunuz ve biliniz ki Allah Teâlâ'nın azabı pek şiddetlidir.

196. Bu âyeti kerime, hac ve umre vazifesini yapacak zatlara nasıl hareket edeceklerini gösteriyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Korununuz ve iyilikte bulununuz. (Ve Allah için) sırf Allah'ın rızası için (haccı ve umreyi tamam yapınız.) Bunlardan herhangi birine veya her ikisine başlanılmış olunca bunları lâyıki veçhile tamamlamaya gayret ediniz. (Fakat men olunursanız) yani ihramdan sonra her hangi bir mecburiyet sebebiyle hacdan, umreden alıkonulursanız size (kurbandan kolaya geleni) vacip olur. Yani deve, sığır, davar nev'inden hangisini kurban etmeniz size kolay gelirse onu kurban olarak Minâya gönderirsiniz. (Ve bu kurban mahalline varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz.) Yani: Bu kurbanın Minâ'ya gidip kesilmiş olduğuna kanaat gelinceye kadar siz tıraş olup ihramdan çıkmayınız. (Ancak sizden her kim) ihramda iken (hasta olursa veya başında) yara gibi, bu gibi bir şey sebebiyle eziyet bulunur) da bundan kurtulmak için tıraş olur (sa ona da oruçtan veya sadakadan veya kurbandan bir fidye) vacip olur. (Sonra emin olduğunuz zaman) yani engellemekten veya hastalıktan, eziyetten kurtulduğunuz zaman sizden (her kim hac zamanına kadar umre ile istifade etmek isterse) haccı temettüde bulunmak arzu eylerse veya hac zamanına kadar umresine nihayet verir ihramdan çıkar, hac yapacağı zamana kadar serbest bulunursa (kolayına gelen bir kurban kesmek icab eder.) Kurban nevilerinden kolayına geleni seçer. (Fakat her kim) böyle bir kurban (bulamazsa üç gün hac esnasında, yedi gün de) hacdan (döndüğünüz vakit oruç) tutması vacip olur ki (bunlar tam on gündür. Bu) umre ile haccı birleştirerek temettüde bulunmak ve kurbanın vücubu veya temettüde bulunan için orucun lüzumu (ailesi) ikametgâhı (Mescidi Haramda bulunmayan kimseler hakkındadır.) Mekke'de ve Mikad denilen saha dahilinde bulunanlar ise Mekke-i Mükerreme'ye ihramsız olarak girebilirler. Hariçten gelip Mekke'de geçici olarak bulunanlar da Mikad yerinden dışarıya çıkmadıkça Mekke-i Mükerreme'ye ihramsız olarak dönebilirler. Kısacası ey müslümanlar. Hac ve umre vazifesini lâyıkıyla yapmaya çalışınız. (Ve Allah'tan korkunuz.) Günahkâr olmayınız. (Ve biliniz ki Allah Teâlâ'nın azabı pek şiddetlidir.) Artık bu mukaddes vazifenizi de Allah'ın rızasına uygun bir şekilde yapınız. Aranızdaki din kardeşliğini de güzelce göstererek birbirinize karşı sevgide, birbirinizin hukukuna riayette bulununuz ki kurtuluşa ve saadete ulaşasınız.

§ Bir kimseye hac farz olmak için şöyle sekiz şart vardır:

1 - Müslüman olmak.

2 - Baliğ olmak.

3 - Akıllı olmak.

4 - Hür olmak.

5 - Hatan farziyetini bilmek.

6 - Hacc vazifesini meşakkatsiz bir şekilde yapmaya yetecek bir vakit bulunmak.

7 - Hacca gidip gelinceye kadar kendisi ve ailesi ia'n yeterli miktar nafakaya mâlik bulunmak.

8 - Kendi haline münasip nakil vasıtası ve yol masrafına yetecek parası bulunmak. Bu şartlar bulunmayınca hac farz olmaz. § Bununla beraber haccın edasının farziyyeti için şöyle 5 şart ta lâzımdır:

1 - Bizzat hacc edebilecek derecede bir vücut sıhhati bulunmalıdır.

2 - Hacca gitmeğe hapis gibi, zorla mâni olmak gibi bir engel bulunmamalıdır.

3 -Yolda emniyet bulunmalıdır.

4 - En az normal yürüyüşte 13 saatlik bir yolculukta bulunacak bir kadının yanında kocası veya ebediyyen nikâhı haram olan bir erkek bulunmalıdır. Bu erkek aklı baliğ veya mürahik = Erginlik cağına yakın bulunmalıdır.

5 -Boşanmış veya kocası ölmüş bir kadının iddeti bitmiş olmalıdır. § Haccın şöyle altı nevi vardır:

1- Farz olan hacdır. Bu şartlarını taşıyan bir müslümana ömründe bir kere farz olan hacdır.

2 - Vacip olan hacdır. Bu da nezr edilen veya nafile olarak başlanılmış iken bozulan hac ia'n kaza etmek suretiyle yapılan hacdır.

3 - Nafile olan hacdır. Bu kendisine farz olan haca yapmış olan bir yetişkinin veya henüz bulûğa ermeyip de rüşd çağına yaklaşmış olan birinin yaptığı hacdır.

4 - Haca ifraddır. Bu umre ile birleştirmeksizin yalnız farz veya vacip veya nafile olarak yapılan haçtır. Bunu yapana "müfrid" denir.

5 - Haca temettüdür. Bu, hac mevsiminde evvelâ umre için ihrama girip umre yapıldıktan sonra aynı mevsimde daha yurda dönmeden tekrar ihrama girilerek yapılan haçtır. Bunu yapana "mutemetti" denilir.

6 - Haca kırandır. Bu da hac aylandan evvel veya hac ayları içinde mikaddan evvel veya mikaddan itibaren umre ile arası bir niyet ile bir ihram ile birleştirilmiş olan hacdır ki, umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilir.



§ Haccın rükünlerine gelince bu da ikidir. Birincisi: Arafatta bir müddet durmaktır. Şöyle ki: Zilhiccenin 9 una rastlayan arafe gününün öğle vaktinden, kurban bayramının İlk günü fecrin doğuşuna kadar olan zaman içerisinde Arafatta isterse bir dakika olsun durmak farzdır. İkincisi de: Arafatta durduktan sonra gidip Kâbe'i Muazzama'yı ziyaret tavafı yapmaktır. İsterse bu ziyaret bir müddet sonra olsun. Şöyle ki: Bu Arafatta durduktansonra Kâbe'i Muazzamanın etrafında 7 defa dolaşmakta yapılır ki, bunun 4 defası bir rükündür, bir farzdır. Diğer 3'ü nafile kabilindendir. Kâbe'i Muazzamayı vakit vakit tavafta bulunmak ta bir sünnettir, bir ibâdettir, bir nevi, namazdan sayılmaktadır.

§ Mîkad: Hac için dışardan gelen zatların girilebilir.

'ama girmelerine mahsus 5 yer vardı

bunlardan

İne "Mîkad" denir. Bu yerlere daha gelmeden de ihrama

§ İhramın yapılması: Şöyle ki hac için yolculukta bulunan bir erkek zat Mikad denilen bir yere gelince yıkanır, apdest alır, giderilmesi lâzım gelen tüylerini bedeninden giderir, tırnaklarını keser, elbisesini çıkarır, beyaz, temiz bir peştimal ile dikişsiz bir örtüye, meselha bir iki havluya sarılır. Güzel kokulu şeyler sürünür, başını açık, ayaklarını çorapsız bulundurur. Üstü açık, topukları kısa ayakkabı giyinir, İki rekât ihram namazı kılar, ihrama niyet eder "Yarabbi! Ben hac etmek

istiyorum, onu bana kolay kıl ve onu benden kabul et." diye dua eder. Sonra = Emrin baş üstüne Ey Allah'ım! emrin baş üstüne...) diyE

telbiyede bulunur. Artık karısıyla cinsî münasebette bulunamaz, onu öpüp okşayamaz, dikişli elbise giyemez, kokulu şeyler sürünemez, saçlarını, tırnaklarını kesemez, av hayvanlarını avlayamaz, yeşil ağaçları, otları kesemez, kötü sözler söyleyemez. Fakat yıkanabilir, para kesesini de beline bağlayabilir ve usulü dairesinde gidip Arafatta bulunur. Sonra da Beytullah! ziyaret ederek ihrama son verir. (158.) âyeti kerimeye de bakılabilir.

§ Haccın farziyyetindeki hikmete gelince: O da şüphe yok ki çok mühimdir. Malumdur ki hac Islâmiyetin beş esasından biridir. Hem malî hem de bedenî bir ibâdettir. Hak yolunda fedakârlığın bir alametidir. Bir ilâhî lütuf olan sıhhatimizin ve servetimizin bir şükran vazifesidir. Hac fârizesi Cenab-ı Hakkın manevî dergâhına sığınılarak tam bir hürmet ve yakarış ile lütuf ve af niyaz edilmesinin bir örneğidir.

Pek yüce bir mabedin içinde binlerce din kardeşi ile birlikte yapılan bir ibâdetin, bir dua ve yakarışın uyanık ruhlar üzerinde yapacağı hoş tesirler ve ruhu besleyen neşeler ise her türlü maddî zevklerin binlerce kat üstündedir. Bütün müslümanların kıblesi olan ve Hz. İbrahim gibi ulu bir peygamberin makamını içine alan Beytullah'ta yapılan bir ibâdet ve itaatin Allah'ın yanında ne kadar makbul, ne kadar sevaba vesile olacağı da pek açıktır.

Rasüli Ekrem Efendimizin içinde doğup cihana nurlar yaymış olduğu mübarek beldeyi ve bu vesile ile o yüce nebinin hicret yurdu olup kabri saadetini şerefli göğsünde saklayan Medine'i Münevvereyi gidip bir arzu ve heyecan ile ziyaret etmek de Islâmiyete bağlılığın, o yüce peygambere hürmet ve sevginin en açık bir alametidir.

Hele doğu ve batıdan çeşitli ırklara mensup müslümanların böyle kutsî bir mabette toplanarak hep birden aynı şekilde dinî vazifelerini yerine getirmeleri de aralarında din kardeşliğini ne kadar canlandırır, aralarında ne kadar içten bir sevgi ve dayanışmanın ortaya çıkmasına vesile olur. Ve İslâm âlemine dair bir çok bilgi edinebilmelerine yardım eder.

Seyahatin sıhhî, medenî, içtimaî menfaatleri herkes tarafından bilinmektedir. Bir çok yabancı kendileri için bir dinî vazife olmadığı halde seyahati gerekli buluyor, dünyanın muhtelif yerlerini gidip görüyorlar. İslâm dini ise bizlere en güzel şartlar çerçevesinde en tarihî, en kutsî bir mubite seyahat etmemizi emret mi; bulunuyor. Artık bu ilâhî emrin ne kadar faideleri, hikmetleri kapsadığını hangi aydın ve düşünen bir insan takdir etmez. Böyle kutsal bir vazife ile mükellef olduğumuzdan dolayı Rabbimizin yüce eşiğine teşekkürlerimizi takdim eyleriz.

"Her kime Kabe nasip olsa hüda davet eder"

"Her kişi sevdiğini hanesine davet eder".

  Alıntı ile Cevapla