Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30 - 06 - 2014, 14:42   #4 (permalink)
Çevrimiçi
aSpeNDos Konuyu Baslatan
Kullanıcıların profil bilgileri ziyaretçilere kapalı
Cevap: BAKARA SÛRESİ ve Tefsiri


130. Nefsine ihanet edenlerden başka kim İbrahim'in milletinden kaçınır. Şüphe yok ki biz onu dünyada seçkin mümtaz kıldık ve şüphesiz ahirette de, o, muhakkak sâlihler zümresindendir.

130. Bu âyeti kerime işaret ediyor ki; Hz. İbrahim, gerek zürriyeti ve gerek bütün insanlık hakkında pek çok hayır dileğinde bulunmuş, hakikî, kutsi bir dini neşre çalışmıştır. Artık böyle pek mübarek bir zata kim tabi olup, hürmette, bulunmaz, meğerki beyinsiz, düşünceden mahrum olsun. Evet... Buyruluyor ki: (Nefsine ihanet edenlerden) nefsini zelil edip sefahata sevk eyleyenlerden (başka kim İbrahim'in milletinden iraz eder?) Kim onun dininden yüz çevirir? Vazgeçer? (Andolsun ki, biz onu) İbrahim Aleyhisselâmı (dünyada seçtik) onu mümtaz seçkin bir peygamber kıldık. (Ve şüphe yok ki o ahirette de muhakkak sâlihlerdendir.) Hayır ve iyilik üzere bulunan zatlardandır. Artık böyle pek mübarek zâttan beyinsizlerden başka kim kaçınır.











131. Hani o vakit ki İbrahim'e Kerem sahibi Rabbi İslâm ol dedi. O da âlemlerin rabbine teslim oldum -işlerimi ona bıraktım.- dedi.

131. Bu âyeti kerimede İbrahim Aleyhisselâmın Cenâb-ı Hakka ne kadar teslimiyetle bulunduğunu. Hakka ibâdet ve itaat hususunda bütün insanlığa uyulması gereken bir örnek olduğunu göstermektedir. Evet... Onun bulunduğu muhit, bütün putperestlerle dolmuş, ilâhi dinden eser kalmamıştı. Bu hale rağmen Hz. İbrahim bir üstün kabiliyete, bir temiz yaratılışa sahip olup Cenâb-ı Hakkın kâinatın yaratıcısı olduğunu bilmiş, ilâhî vahye mazhar olarak insanlığı aydınlatmaya çalışmıştır, İşte buna işareten buyruluyor ki (Hani o zaman ki İbrahim'e Rabbisi İslâm ol dedi) yani bana teslim ol, İşlerini yaratıcına bırak, tamamen kendini Hakka teslim, ibadetlerini Allah'ına tahsis et, diye emreyledi; (O da âlemlerin Rabbine teslim oldum dedi.) Alemlerin Rabbine kendim teslim ettim, onun mübarek emirlerine, nehiylerine boyun eğdim, nefsimi muhitimdeki şirk ve isyandan beri kıldım diye kulluk arzetti. İşte Yüce Peygamberlere tâbi olan zatlara düşen, vazîfe de bundan ibarettir.









132. Ve bunu -dinini- İbrahim de oğullarına vasiyette bulundu, Yakup da. -Her biri dedi ki- Oğullanın; şüphe yok ki Allah Teâlâ sizin için İslâm dinini seçti. Binaenaleyh siz ölmeyiniz, ancak müslüman olduğunuz halde ölünüz.

132. Bu âyeti kerime; Hz. İbrahim ile Hz. Yakub'un oğullarına olan tavsiyelerini bütün insanlığa bir hareket düştüm olmak üzere şöylece beyan ediyor: (Ve bunun) yani Cenâb-ı Hakka boyun eğmeyi ve teslimi olmayı ve bir görüşe göre kelime-i tev-hid olan lâlilâhe illallah sözünü (İbrahim oğullarına vasiyet etti. Yakup ta) kendi oğullarına vasiyette bulundu. Ve her biri dedi ki: (Ey oğullarını!.. Şüphe yokki Allah Teâlâ sizin için İslâm dinini) dinlerin aslı olan Islâmiyeti (istifa buyurdu) seçti. Artık İslâmiyet e sarılın, onu asla terk etmeyeniz. (Ancak müslüman olduğunuz halde ölünüz.) Ölünceye kadar İslâm dininde sebat edip durunuz.











133. Yoksa Yakub'a ölüm geldiği zaman sizler hazır mı bulunuyordunuz. O vakit ki oğullarına dedi: Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz? Dediler ki: Senin ilanına ve babaların olan İbrahim, İsmail ve Islı ak'in ilâhına ibâdet edeceğiz ki bir tek ilahtır. Ve biz ancak onun için müslüman kimseleriz.

133. Bu âyeti kerime de Yahudilerin iddiasını yalanlıyor, Hz. Yakub'un İslâm dini üzere yaşamış ve evlâdına da onu tavsiye etmiş olduğunu gösteriyor. Yahudiler Hz. Peygamberimize demişlerdi ki: Sen bilmez misin ki, Yakup Aleyhisselâm vefat edeceği gün oğullarına Yahudiliği tavsiye etmişti. İşte Cenab'ı Hak, bunları yalanlamak için bu âyeti kerimeyi inzal buyurmuştur. Deniliyor ki: Ey Yahudiler!.. (Yoksa Yakub'a ölüm geleceği zaman) onun ölüm hastalığında (siz hazır mı bulunuyordunuz?) da onun öyle vasiyetine şahit oldunuz!.. Halbuki o öyle vasiyet etmemişti. Belki (o vakit oğullarına dedi ki, benden sonra ne şeye ibâdet edeceksiniz? Onlar da dediler ki, senin ilanına ve babalarının İbrahim, İsmail ve Islı ak'in ilâhına ibâdet edeceğiz ki bir tek ilahtır.) Hepsinin mabudu bir Yüce Yaratıcıdır. (Ve bizler ona teslim olmuş) boyun eğmiş (kimseleriz.)

Hz. Yakup bu suali ile evlâdının tevhid dini, apaçık İslâm dini üzere olmalarının gereğini anlatmak ve onlardan bu hususta bir ah d ve sağlam söz almak istemiştir.

§ Hz. İbrahim'in bir rivayete göre 4 oğlu vardır. Bunlar İsmail, Ishak, Medyen ve Medan namındaki zatlardır. Hz. Yakub'un da 12 oğlu vardır. Hz. Yusuf ile Bünyamin bunlardandır.









134. Onlar bir ümmettir ki, gelip geçmişlerdir. Onların kazandıkları kendilerinedir. Sizin kazandığınız şeyler de size aittir. Ve siz onların yapmış oldukları amellerden mesul olmayacaksınızdır.

134. Bu âyeti kerime biz İsrail Oğullarıyız diye gelip geçmiş olan ata ve ecdatları ile iftihar edip duran Yahudilere şöyle hitap ediyor: (Onlar) yani İbrahim Aleyhisselâm ile oğulları ve onlara tâbi olan zatlar (bir ümmet) bir üstün zümre (dir ki gelip geçmişlerdir.) Onlara mensup olanlar onların izinde gidenlerdir. Sizin ise onlar ile bir alâkamız yoktur. Onların yollarını takip etmiş bulunmuyorsunuz. Artık (onların kazandıkları kendilerinedir.) Onların kazançlarına, güzel amellerine siz iştirak edemezsiniz. Nasıl ki (sizin kazancınız da size mahsustur.) Ondan ecdadınız istifâde edecek veya sorumlu olacak değildir. (Ve siz) de (onların yapmış oldukları amellerden mesul olmayacaksınızdır.) Binaenaleyh onlar ile övünmek yeterli değildir. Onların amellerinden siz mesul olmayacağınız gibi ondan istifade edemezsiniz. Siz de güzel amellerde bulununuz ki mükâfata erişip o büyük zatlara katılabilesiniz.

§ Ümmet; Büyük bir cemaat, bir heyet, bir dine girmiş veya bir zata tâbi olmuş kimselerin meydana getirdiği topluluk gibi mânaları kapsar.









135. Ve dediler ki: Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki hidayete ermiş olasınız. De ki: Biz hânif olarak İbrahim'in milletine tâbi bulunmaktayız. O müşriklerden değildir.

135. Bu âyeti kerime Yahudi ve Hıristiyan taifesinden her birinin selâmet ve hidâyeti kendi dininde görüp başkalarını da kendileri gibi bâtıl inançları kabul etmeğe gayret sarf ettiklerini göstermektedir. Buyrulmuş oluyor ki (Ve) Yahudi ve Hıristiyan taifeleri müslümanlara (dediler ki; Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki hidayete ermiş olasınız.) Yani Yahudiler müslümanları Yahudiliğe davet ettiler, Hıristiyanlar da kendi dinlerine davette bulundular. Rasülüm! Onları reddederek (de ki) öyle değil (biz Hânif olarak İbrahim'in dini üzere bulunmaktayız.) Asıl tabi olunacak din, yol, onun dinidir, onun yoludur. (O müşriklerden değildir.) O Allah'ın birliğine inanırdı. Ey gafîl taifeler!.. Sizin gibi, insanlara ilahlık isnad eden, Üzeyr Allah'ın oğludur veya Isa Allah'ın oğludur, diyen dinsizlerden değildi. Artık sizlere nasıl uyul a bilir.









136. Diyiniz ki, biz. Allah'a ve bize indirilmiş olana ve İbrahim'e, İsmail'e, Ishak'a, Yakup'a, Esbata indirilmiş olana ve Musa ile İsa'ya verilene ve peygamberlere rabbileri tarafından verilmiş olan şeylere îman ettik, biz onlardan hiç. birinin arşını ayırmayız ve biz ona -Allah Teâlâ'ya- halisane itaat eden kimseleriz.

136. Bu âyeti kerime de Yahudilerin, Hıristiyanların iddialarını reddettikten sonra müslümanların onları hakikî bir dine, bir selâmet ve saadet yoluna şu şekilde davet ve irşatta bulunmalarını emretmektedir. Ey mü'minler!.. Sizi kendi dinlerine davet edenlere (deyiniz ki biz Allah'a) onun varlığına, birliğine, evlada ihtiyaçtan uzak olduğuna İman ederiz. (Ve bize inzal olunana) yani Kur'ân'ı Kerîm'e de İman ederiz. (Ve İbrahim'e, İsmail'e, Ishak'a, Yakub'a, Esbata* yani onların mü'min olan torunlarına (indirilmiş olana) yani onlara ait indirilmiş olan sahifelere inanırız. Hz. (Musa ile) Hz. (İsa'ya verilene) asıl Tevrat ile incil'e ve bütün (peygamberlere Rabbîlerî katından verilmiş olan şeylere) yani âyetlere, mucizelere de (İman ettik) bunlara da inanmış bulunuruz, hepsini de yüce tutarız (Biz onlardan) o peygamberlerden (hiç birinin arasını ayırmayız.) hepsine de hürmet ve muhabbette bulunuruz. (Ve biz ona) o peygamberler vasıtasiyle bizlere kitaplarını ihsan buyurmuş olan o ortak ve benzerden uzak mabudumuza (teslim olmuş kimseleriz.) Biz o yüce Yaratıcıya tam bir ihlâs ile bağlı, itaatkâr kimseleriz. Artık başka milletlere lâzım olan, bizim gibi güzel bir inanıp, İslâm camiasına can atmaktır.









137. İmdi onlar sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse muhakkak hidayete ermiş olurlar. Ve eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki onlar şikak -çekişme ve mücadele -içinde kalmış olurlar. O halde Cenab'ı Hak onlara karşı sana yetecektir ve o işitendir, bilendir.

137. Bu âyeti kerime müslümanlar için teselli edici olmuştur. Müslümanların Allah'ın korumasında olup, yardıma nail olacaklarını müjdelemiş, gerçektende bu ilâhî vaid tahakkuk eylemiştir. Buyrulmuş oluyor ki: Ey müslümanlar!.. Siz o milletlere Islâmiyeti, hak ve hakikati beyan etmiş bulunuyorsunuz. (İmdi onlar) da (sizin İman ettiğiniz gibi İman ederlerse) bütün peygamberlere, bütün semavî kitaplara ve bilhassa son peygamber ile Kur'ân'ı Kerîme inanır, tâbi olurlarsa (muhakkak hidayete ermiş olurlar.) İhtida edip saadete kavuşmuş bulunurlar. (Ve eğer yüz çevirirlerse* böyle hakikî bir imandan kaçınırlarsa (şüphe yok ki onlar şikak) bir nifak, bir mücadele ve çekişme (içinde kalmış olurlar.) Habibim! Onlar öyle olunca şüphe yok ki (o halde Cenab'ı Hak onlara karşı sana kifayet edecektir.) Seni her bakımdan koruma ve kollamağa, onlara karşı galip kılmağa onun kudret ve azameti her bakından kâfidir. (Ve o) Yüce Yaratıcı (işitendir) her şeyi hakkıyla iştir ve (bilendir) her şeyi hakkıyla bilir. Binaenaleyh senin aleyhindeki sözleri, hareketleri de her bakımdan bilir, işitir, intikamını alır. Nitekim de öyle olmuştur. Rasüli Ekrem Hazretleri ilâhî yardıma nail olmuş, baş düşmanları olan Kureyze kabilesi katledilmiş, Nadir oğulları kabilesi sürgün edilmiş, diğer Yahudi, ve Hıristiyan kabileleri de cizyeye tâbi tutulmuşlardı.

İşte Hakka bağlananlar böyle başarılara, galibiyelere nail olurlar.

138. -Ey mü'minler! Diyiniz ki, bizim boyamız- Allah'ın boyasıdır. Allah'ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır? Ve bizler ancak ona ibâdet edenleriz.

138. Bu âyeti kerime, Hıristiyanların bir iddiasını reddetmektedir. Şöyle ki: Hıristiyanlar doğan çocuklarını yedinci gün Mamudiye = Vaftiz denilen sarı bir suya daldırılırlar. Bu onlarca sünnet olma yerine geçen bir temizleme ve boyama muamelesidir. Çocukların bu daldırma ânında hakkıyla Hıristiyan olduklarına inanırlar. İşte bunların bu kanaatlerine, ayinlerine karşı buyruluyor ki: (Ey müslümanlar!) onlara (deyiniz ki, bizim boyamız Allah'ın boyasıdır.) Bizim manevî süsümüz, bizim fazilet rengimiz, bizim taharet ve temizliğimiz İslâm dinidir, bizim İslâm fıtratı üzerine bulunmamızdır. Cenab'ı Hak biz müslümanları bu suretle boyadı ve süsledi. Bunlar bizim için bir ilâhî, manevî boyadır. Bunlara "Sibgatullah" denmiştir. (Artık Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kim vardır?) Onun bütün insanlık için en mükemmel bir mukaddeslik cilası olan dininden daha mükemmel, daha güzel bir renk ve cila düşünülebilir mi? İşte böyle bir lütfi ilâhiye mazhar olduğumuzdan dolayı (bizler ancak ona) o Hâlikî Kerime (ibâdet edenleriz.) Bu şekilde şükran vazifemizi verine getirmeye çalışırız.

139. -Rasülüm!- de ki: Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki o bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve bizim amellerimiz bize aittir, sizin amelleriniz de size aittir. Ve bizler ancak onun Milaslı kullarıyız.

139. Bu âyeti kerime de ehli kitaba karşı bir reddiye mahiyetindedir. Şöyle ki: Onlar diyorlardı ki: Hz. Muhammed Arap kavmine mensuptur. Eğer Allah bir kuluna peygamberlik ihsan edecek ve kitap indirecek olsaydı Arap ırkına değil, bizim ırkımıza mensup bir zata ihsan eder ve kitap indirirdi. Halbuki bütün insanlar Cenab'ı Hakkın kullarıdır. Bütün zümreler onun birer mahlûkudur. Artık o Hekimet sahibi yaratıcı peygamberlik ve risaleti, ilâhî kitaplarını dilediği kuluna verir, dilediği zümreyi bu şerefe nail eder. Bunun tersi nasıl iddia edilebilir? Bunun aksini isbat için kim delil getirebilir? İşte bu hakikati beyan için şöyle buyruluyor. Rasülüm!.. Onlara (de ki: Allah hakkında bizim ile mücadelede mi bulunuyorsunuz?) Eğer Hak Teâlâ bir kimseye peygamberlik ihsan edecek ve kitap indirecek olsaydı bizim ırkımıza mensup bir zata ihsan eder ve indirirdi, diyorsunuz. Buna dair bir deliliniz var mıdır? (Halbuki o) yüce Yaratıcı (bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir.) Hepimiz kullukta ortağız. O dilediği ırkı, dilediği kulunu rahmetine, risalet ve peygamberliğine mazhar kılar. (Ve bizim amellerimiz bize aittir.) ona göre mükâfat veya ceza görürüz. (Sizin amelleriniz de size aittir.) Siz de bu amellerinizin gerektirdiğine kavuşursunuz. (Ve) maamafih (bizler ancak ona muhlis kullarız.) Her hususta ona boyun eğmişizdir, onun birliğine, doğmadan, doğurmadan uzak olduğuna inanırız. Sizler ise insanlara bile tapıyorsunuz. Sonradan yaratılmış, fanî İnsanlara Allah'ın oğlu diyorsunuz, Allah'ın bir nice muhterem peygamberlerini, kitaplarını inkâr ediyorsunuz. Artık bizim Allah'ın birliğini kabul eden, tertemiz bir inanca sahip olan peygamberimizin peygamberlik şerefine nail buyrulmasını neden uzak görüyorsunuz?











140. Yoksa diyor musunuz ki şüphe yok İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Es bat Yehudi veya Hıristiyan idiler. De ki: Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Daha zalim kim vardır? Allah tarafından yanında bulunan şahitliği gizleyenden? Allah Teâlâ sizin yaptıklarından gafil değildir.

140. Bu âyeti kerime de Yahudilerin, Hıristiyanların iddialarını yalanlayıp, kendilerini tehdit etmektedir. Şöyle buyruluyor ki: (Yoksa diyor musunuz ki: Şüphe yok İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlar Yehudi veya Nesrani İdiler.) Bu ne kadar hakikat aykırı bir iddea. Tevrat'ın, İncil'in inmesinden evvel peygamber bulunmuş olan bu yüce zatların Yahudi veya Hıristiyan olduğu nasıl iddea olunabilir? Rasülüm! Onlara (de ki: Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah Teâlâ mı.) Cenâb-ı Hak İbrahim'in ve onun yolunda bulunan zatların Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarını açıkça beyan buyurmuştur. Bu, o iddia edenlerce de malûmdur. Artık (daha zâlim kim vardır? Allah tarafından yanında bulunan bir şahitliği gizleyenden?) Bu şahitlik ise Hz. İbrahim'in Yahudi ve Hıristiyan olmayıp bir Hânif Müslüman olduğunu Allah'ın kitabının söylemesidir ki, buna ehli kitap denilen Yahudiler ile Hıristiyanlar biliyorlar. Artık bunu gizleyip te Hz. İbrahim'in kendilerinden olduğunu iddiaya nasıl cür'et ediyorlar? Bu hakikati değiştirmeye çalışmak en büyük zulüm değil midir? Ey ehli kitap (Allah Teâlâ sizin yaptıklarınızdan gafîl değildir.) Sizin şu inkarcı bir şekildeki iddeanızı bilmektedir. Ve ona göre cezanızı verecektir. Ne büyük bir tehdit.

§ İsmail Aleyhisselâm: Hz. İbrahim'in oğludur. Annesi Hacer'dir. Hz. İbrahim'in şeriatı ile amel etmek üzere Yemen kabilelerine ve Amâlika denilen eski bir kavme peygamber gönderilmiştir. Rivayete göre 137 sene yaşamış, vefatında annesinin Hicr'deki kabri civarına defnedilmiştir. İşte Peygamber Efendimiz bu mübarek zatın soyundan dünyaya şeref vermiştir.

§ ishak Aleyhisselâm: Hz. İbrahim'in ikinci oğludur. Annesi Sare'dir. Bu zat daha babasının hayatında Şam ahalisine peygamber gönderilmişti. Rivayete göre 160 yaşında iken vefat etmiş Hz. İbrahim'in defnedilmiş bulunduğu mağaraya defnedilmiştir. Soyundan birçok peygamber gelmiştir.

§ Yakup Aleyhisselâm: İshak Aleyhisselâmın oğludur. Lekabı "İsrail" dir. Bu sebeple onun soyundan olanlara İsrail oğulları denilmiştir. Babasından sonra yerine peygamber olarak Kenan elinde kalmış, sonra da Mısır'a giderek orada vefat etmiş, mübarek na'şı Ceddi Hz. İbrahim'in defnedilmiş olduğu mağaraya götürülüp defnedilmiştir.

§ Es bat: Bir kimsenin erkek ve kız çocuğunun çocuğu yani torunları demektir. Tekil Sıbt'dır. İsrail oğullarına esbat denmiştir. Bu Kabileler yerinde kullanılmıştır.









141. O bir ümmettir ki, gelip geçmiştir. Ona kendi kazandığı, size de sizin kazandığınız vardır. Ve siz onların yapmış olduklarından mesul olmayacaksınızdır.

141. Bu âyeti kerime ata ve ecdat ile iftihar edilmenin onlara güvenilmesi insan tabiatından yerleşmiş bir özellik olduğundan, bundan sakındırmak için bir hikmet gereği tekrar nazil olmuştur. Yahut 134. âyeti kerimedeki hitap İsrail oğullarına, bu âyeti kerimedeki hitap da Muhammed ümmetine yöneliktir. Bu takdirde bu tekrar sayılmaz. Buyrulmuş oluyor ki: Ey Muhammed Ümmeti! (O) İbrahim ile Yakup ve onların Allah'ın birliğine inanan evlâd ve torunları (bir ümmettir ki gelip geçmişlerdir.) tarihe karışmışlardır. Sizinle alâkaları kalmamıştır. (O ümmete kendi kazanmış olduğu şeyler aittir.) O şeylerin mükâfatı, sorumluluğu ona aittir. (Size de, sizin kazanmış olduğunuz şeyler vardır.) Siz de bu amellerinize göre mükâfat veya ceza göreceksiniz. Artık siz kendinizi düşününüz. (Ve siz onların) o eski ümmetlerin (yapmış olduklarından mesul olmayacaksınızdır.) O halde onların nail olacakları mükâfatlara da ortak olamazsınız. Onların amellerinin faydası da, zararı da kendilerine aittir. Artık onların güzel amellerinden hisse alacağınıza ümitli olarak onlara dayanıp güvenmeyin. Kendi üzerinize düşen vazifeleri ihmal eylemeyiniz.

Ey ümmeti Muhammedi.. Siz müstakil bir ümmetsiniz. Sizin mükellef olduğunuz vazifeler de hikmek icabı olarak sizlere mahsustur. Binaenaleyh her hususta geçmiş milletlerin hükümlerine tâbi olmanız icap etmez. Bunun içindir ki, ibâdetler, muameleler hususunda size mahsus bir yenilik vardır. Buna o kavimlerin itiraz hakkı olamaz. İşte kıbleyi değiştirme meselesi de bu cümledendir.









142. Yakında diyeceklerdir ki: Onları yöneldikleri kıblelerinden hangi şey çevirdi? De ki: Doğu da Batı da Allah'ındır. Dilediği kimseyi doğru bir yola iletir.

142. Bu âyeti kerime, Kâbei Muazzamaya yönelerek namaz kılınmasına itiraz eden anlayışsız bir taifenin fikrî sapıklığını göstermektedir. Şöyle ki: (İnsanlardan beyinsiz olanlar) Yahudiler, münafıklar veya diğer bir kısım cahiller (yakında) kıblenin değiştirildiğini öğrenince (diyecekler ki onları) o müslümanları (tarafına yöneldikleri kıblelerinden) yani Beyti Mukaddes tarafına yönelerek namaz kılmalarından (hangi şey geri çevirdi?) Habibim!.. Onlara (de ki: Doğu da, batı da Allah indir) hepsi de onun mülküdür. Halk ta onun kullarıdır. Hiç bir taraf, kendi mahiyeti itirabiyle kendisinden başka yöne ibâdette dönülmesini engelleyecek bir ayrıcalığa sahip değildir. Asıl gözetilecek şey, Allah'ın emridir. Cenâb-ı Hak hangi tarafa yönelerek ibâdet edilmesini emrederse ona uymak lâzım gelir. O Yüce Yaratıcı (dilediği kulunu doğru yola hidayet eder.) Binaenaleyh bir müddet Beyti Makdise sonra da Kâbei Muazzamaya yönelerek namaz kılınması da o hikmet sahibi Mabudun bir hikmeti gereğidir. Buna kim karışabilir. Bu gibi ilâhî emirlere riayet edilmelidir ki ona samimî şekilde itaat ve bağlılığımız ortaya çıkabilsin.

§ Kıble: Namazda tarafına yüz çevirecek yer demektir. Peygamber Efendimiz Mekkei Mükkeremede iken Beytullaha, Medinei Münevvereye hicreti müteakip bir müddet Kudsi Şerife daha sonra da yine Kâbei Muazzamaya doğru namaz kılmakla mükellef olmuştur.









143. Ve işte böylece sizleri de bir orta ümmeti kıldık ki İnsanlar üzerine şahitler olasınız. Ve bu peygamber de sizlerin üzerinize tam bir şahit olsun. Ve senin evvelce tarafına yönelmiş bulunduğun Kabe'yi yine kıble yapmadık, ancak Rasule kimlerin tâbi olacaklarını gerisi gerisine döneceklerden ayırmak için yaptık. Gerçi bu büyük bir hâdisedir. Ancak Allah'ın hidayet ettiği zatlar hakkında değil. Ve Allah sizin îmanınızı elbette zayi edecek değildir. Şüphe yok ki Allah T e âlâ insanlara karşı elbette çok şefkatli, pek merhametlidir.

143. Bu âyeti kerime, ümmeti Muhammed'in pek seçkin bir ümmet olduğunu, dinî hükümlere hakkıyla itattkâr bulunduğunu beyan etmektedir. Kıblenin değişmesi meselesini tutamak edinerek Islâmiyete itiraz etmek isteyenleri de reddeylemektedir. Bu cümleden olarak Yahudiler demişlerdi ki: Ey Müslümanlar! Eğer Kudüse doğru namaz kılmanız bir hidayet gereği ise şimdi Kâbeye doğru namaz kılınca o hidayetten mahrum kalmış olmazmısınız?.. Kudüse doğru fıâmaz, bir dalâlet eseri ise evvelki namazlarınız ne olacak? Ve o tarafa namaz kılanlardan vefat edenler de delâlet üzere vefat etmiş olmayacaklar mı? İşte bunların bu iddialarını red için buyruluyor ki: (Ve işte böylece) İbrahim Aleyhisselâm ile onun Allah'ı birleyen zürriyetini biz seçkin kıldığımız gibi (sizleri de bir orta ümmet kıldık). Sizi de ey ümmeti Muhammed Adil, mutedil, ifrat ve tefritten uzak, seçkin bir ümmet olarak varlık alanına geçirdik, (ki İnsanlar üzerine şahitler olasınız.) Onlara peygamberlerinin Allah'ın hükümlerini tebliğ etmiş olduklarına dair kıyamet gününde şahitlikte bulunasınız. Çünkü müslümanlar bu hakikati peygamberimizin beyanları ve Kur'ân'ı Kerim'in tebliğler! vasıtasiyle kesin olarak bilmektedirler. (Rasüllullah ta sizin üzerinize tam bir şahit olsun.) Son peygamber sizi tezkiye etsin, adaletinize şahitlikte bulunsun. (Ve senin evvelce tarafına yönelmiş bulunduğun Kabe'yi yine Kıble yapmadık, ancak o Rasüle kimin tâbi olup kimin gerisin geriye döneceğini bilmemiz için yaptık.) Yani hakikî müslümanlar ile münafıkları, dinden dönenleri birbirinden ayıklamak için yaptık. Kabe'nin böyle yeniden kıble ciheti olması bu hususta itaatli olanlar ile asî olanların halleri herkesçe bilinsin içindir. Yoksa her şey, bütün evrendeki olanlar meydana gelmeden evvel de Cenab'ı Hakka malumdur. Ancak meydana gelmelidir ki, mükâfat ve cezaya vesile olsun. (Gerçi bu) Kıblenin yine Kabe cihetine çevrilmesi (bir büyük hâdisedir.) Cenâb-ı Hakkın emir ve yasağındaki fayda ve hikmeti güzelce düşünmeyenler için ağır gelecektir. (Ancak Allah'ın hidayete erdirdiği zatlar hakkında değil.) Onlar böyle bir değişimi büyütmezler, elbette bir hikmete müsteniddir diye onu hemen kabul ve takdir ederler. (Ve Allah sizin imanınızı elbette zayi'edecek değildir.) Hak Teâlâ sizin imanınızdaki sebatınızı, Kabe'ye dönme sebebi ile imanınıza bir sarsıntı arız olmadığını bilir, size mükâfatlar verir. Vaktiyle Beyti Makdise doğru kıldığınız namazları da zayi, sevaptan mahrum ki I m ayacaktır. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ İnsanlara karşı şefkatlidir.) kullarına şefkati, lütfü pek çoktur ve (merhametlidir) rahmet ve merhameti pek ziyadedir, onları esirger ve korur. Artık onların ilâhî emre uyarak yapmış oldukları amelleri zayi, mükâf attan mahrum olur mu?.. Elbette olmaz.









144. Biz yüzünün semaya doğru çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye muhakkak yönelteceğiz. Haydi yüzünü Mescidi Haram tarafına döndür. Ve her nerede bulunursanız yüzlerinizi onun tarafına yöneltiniz. Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da bunun Rabbileri tarafından hakkolduğunu elbette bilirler. Ve Allah onların amellerinden gafil değildir.

144. Bu âyeti kerime Kıblenin değişmesi hakkındaki ilâhî emrin geldiğini bildirmektedir. Bu değiştirme Bedir savaşından evvel Recep ayında öğle vaktini müteakip gelmiştir. Serî emirlerden İlk evvel nesh olan da bu kıblenin değişmesi meselesidir. Bu âyeti kerimede şöyle buyruluyor: Habibim! (Biz yüzünün semaya doğru çevrilip, durduğunu muhakkak görüyoruz.) Kıblenin Kâbe-i Muazzama tarafına değiştirilmesi hakkında Cibrili eminin sema tarafından bir vahiy getirmesini büyük bir arzu ile bekliyordun. (Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye muhakkak yönelteceğiz.) Yani arzu ve temenni ettiğin Beytullaha doğru namaz kılmana emir vereceğiz. (Haydi yüzünü Mecsidi Haram) yani Kâbe-i Muazzama (tarafına döndür.) O tarafa yönelerek namaz kıl. (Ve) Ey Ümmeti Muhammed, sizler de (her nerede bulunursanız) karada, denizde, Doğuda, Batıda bulunup namaz kılacağınız zaman (yüzlerinizi onun tarafına) Mescidi Harama doğru (tevcih ediniz.) Şimdi size bu emredilmiştir. Size böyle emredileceği önceki kitaplarda da yazılmıştır. (Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da) Yahudiler de, Hıristiyanlar da (bunun) bu kıblenin değiştirilmesi meselesinin (Rabbileri tarafından hak olduğunu elbette bilirler.) Artık ona nasıl itiraz edebilirler! Nitekim onların âlimlerinden Abdullah ibni Selâm gibi, zatlar bunu itiraf etmiş, İslâm şerefine nail olmuşlardır. (Ve Allah onların amellerinden gafîl değildir) her birine ameline, tasdik ve inkârına göre mükâfat ve ceza verecektir. Bu kıblenin değiştirilmesini hikmete muafık görmeyenler de lâyık oldukları cezaya kavuşacaklardır. Ne büyük bir uyan ve tehdit!..









145. And olsun ki sen kendilerine vaktiyle kitap verilmiş olanlara her ne delil getirsen yine senin Kıblene tâbi olmuş olmayacaklarıdır. Sen de onların Kıblesine tâbi olmazsın. Onların bâzıları da bazılarının Kıblesine tâbi değildir. Ve kasem olsun ki sana gelen ilimden sonra onların isteklerine tâbi olacak olsan şüphe yok sen de o zaman zalimlerden olmuş olursun.

145. Bu âyeti kerime, Yahudiler ile Hıristiyanların -Genel durumları itibariyle-kendi dinlerinde ne kadar tutucu olup hakkı kabule temayül göstermediklerini, onlara bu gibi hususlarda tâbi olacak olanların da kendi nefislerine, kendi varlıklarına ne kadar zulüm ve ihanette bulunmuş olacaklarını gösteriyor. Evet... Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: (Mukaddes Zatıma yemîn olsun ki, sen kendilerine vaktiyle kitap verilmiş olanlara) Yahudiler ile Hıristiyanlara (her ne delil getirsen) Kabe tarafına yönelmen hak olduğuna ve diğer hususlara dâir her ne delil, getirsen, her hangi bir mucize göstersen (senin Kıblene tâbi olmayacaklardır.) Onlar bir kibirleşme, bir inat eseri olarak bunu inkâra devamda bulunurlar. Maamafih (sen onların Kıblesine tâbi olmazsın.) Artık onlar buna ümitli olmasınlar. Nitekim (onların bâzıları da bâzılarının Kıblesine tâbi değildir.) Onlar müslümanlara karşı bu hususta müttefik olsalar da Kıble edinme hakkında yine biri birine muhalif bulunmaktadırlar. Yahudiler Sahreye, Hıristiyanlar da Güneş'in doğduğu tarafa ibadette bulunurlar. Habibim!.. (Ve yemin olsun ki sana gelen ilimden) Kıble yönü sana gelen vahyile bildirildikten (sonra) farza (onların arzularına tâbi olacak olsan şüphe yok ki sen de o zaman zalimlerden olmuş olursun.) Rasûli Ekrem masum olduğundan ehli kitabın arzularına tâbi olmayacağı muhakkaktır. Bu gibi ilâhî beyanlar asıl bizleri ikaz ve irşat hikmetini kapsamaktadır. Bizleri gayri müslimlere uymaktan, onların dinî ayinlerine iştirak etmekten sakındırmana ve kaşındırmaktadır.











146. O kendilerine kitap verdiğimiz kimseler kendi oğullarını bildikleri gibi onu da bilirler. Fakat onlardan bir fırka, hiç. şüphe yok ki, bilir oldukları halde hakkı gizlerler.

146. 'Bu âyeti kerime Peygamber Efendimizin bütün şemail ve vasıflarını önceki kitaplarda anlatılmış olduğunu gösteriyor. Şöyle ki: (O kendilerine kitap verdiğimiz kimseler) yani Yahudilerin, Hıristiyanların âlimleri (kendi oğullarını) tanıyıp (bildikleri gibi onu da) Hz. Muhammedi de tanıyıp (bilirler.) Çünkü onun mübarek varlığını kitaplarında açıkça görüp okumuşlardır. (Fakat) bu böyle iken (onlardan bir fırka, hiç şüphe yok ki bilir oldukları halde hakkı gizlerler.) Onun peygamberlik ve risaletini tasdik etmezler. Nefislerinin isteğine tâbi, şahsî menfaatlerine düşkün oldukları için öyle parlak bir hakikati tasdik ederek şerefi İman şerefine nail olmazlar.

§ Hz. Ömer, Yahudi âlimlerinden, olup İslâm şerefine nail bulunmuş olan Abdullah ibni Selâma demiş ki: Sen Hz. Muhammedi nasıl tanıyıp bildin? O da demiş ki: Ben onu kendi oğlumu bildiğimden daha ziyade bilip tanıdım. Çünkü ben kendi evladımdan şüphe edebilirim. Onun annesi belki başkasından edinmiş olabilir. Fakat ben Hz. Muhammed'in zatında, peygamberlik ve risaletinde asla şüphe etmem. Bunun üzerine Hz. Ömer: Allah seni ey ibni Selâm!.. Muvaffak etsin, çok doğru söyledin demiştir.











147. O hak, Rabbindendir. Artık şüphe edenlerden sakın olma.

147. Bu âyeti kerime de hak olduğu sabit olan şeyleri hemen kabul edip bu hususta bir takım inkarcıların, yabancıların kötü telkinlerine kulak vermemelerini bütün bu ümmeti merhumeye emir ve tavsiye etmektedir. Şöyle ki: Habibim! (O hak Rabbindendir.) Yani: Senin peygamberlik ve risaletin, senin Kâbeye yönelerek namaz kılacağın veya senin önceki kitaplarda yazılı evsafın tarafı ilâhîden takdir ve tesbit buyrulmuş birer hak ve hakikattir. (Artık şüphe edenlerden sakın olma.) Hemen uhdene düşen vazifeleri yap. Kıbleye yönelerek namaz kıl, İslâmiyet aleyhindeki dedi koduya kulak asma. Bu ilâhî emri, Hz. Peygamber vasıtasiyle bütün Muhammed ümmetine aittir. Peygamber Efendimizin masum, her türlü şüphelerden beri olduğu ise kesin olarak bilinmektedir.









148. Her birinin bir kıblesi vardır, o yüzünü o kıbleye döndürür. Artık hayırlı işlere koşunuz. Siz her nerede olursanız olunuz Allah Teâlâ hepinizi bir araya getirir. Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.

148. Bu âyeti kerime mü s l (i m an l arın bir kıbleye yönelerek ibâdet ve itaatte bulunmalarını, hayırlı ve güzel işlere koşmalarını, bu sebeple bir birlik teşkil edip fevz ve kurtuluşa nail olmalarını emir ve tavsiye buyuruyor. Şöyle ki (Her birinin bir kıblesi vardır, o yüzünü o kıbleye döndürür.) Yani: Her ümmet için bir kıble, ibâdette yöneleceği bir makam vardır. Yahut müslümanlardan her zümre için bulundukları beldelere göre belirli bir kıble yönü vardır. (Artık hayırlı işlere koşunuz.» Kıble tarafına yönelerek namaz kılınız, ibâdet ve itaate devam ediniz, kabulünü Hak Teâlâ'dan dileyiniz ki, dünya ve ahiret saadetine nail olasınız. (Siz her nerede ikâmet ederseniz ediniz) ey müslümanlar! Ey ehli kitap! (Allah Teâlâ hepinizi toplayacak, bir araya getirecektir.) Sizi kıyamet sahasına erdirecek, size amellerinize göre mükâfat veya ceza verecektir. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.) Binaenaleyh sizleri diriltip bir araya toplamaya da kudreti fazlasıyla yeterlidir. Artık ona göre düşünüp hareket ediniz.









149. Ve her nereden -sefere- çıkarsan hemen yüzünü Mescidi Haram tarafına döndür. Şüphe yok ki bu Rabbin katından bir haktır. Ve Allah Teâlâ sizin amellerinizden gafil değildir.

149. Bu âyeti kerime Allah'ın rahmetine ermiş bir ümmetin kendi kıblelerine yönelerek ibâdete devam etmelerini, bu bakımdan bir birlik teşkil edip fevz ve kurtuluşa nail olmalarını şöylece emir ve tavsiye buyuruyor: Habibim!.. (Ve her nereden) sefere (çıkarsan hemen) namazda (yüzünü Mescidi Haram) Kâbe'i Muazzama (tarafına döndür. Şüphe yok ki bu) husustaki emir (rabbin tarafından bir haktır.) Bir hikmete dayanan hakikattir. (Ve Allah Teâlâ sizin işlediklerinizden gâfîl değildir.) Bu emre itaat edip etmeyenlerin hareketlerini bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir. Artık bunu düşünüp işinizi tanzim ediniz.









150. Ve her nereden sefere çıkarsan hemen yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir ve her nerede bulunursanız yüzlerinizi, onun tarafına çeviriniz. Ta ki İnsanlar için sizin Üzerinize bir delil bulunmasın. Ancak onlardan zalim olanlar müstesna. Artık onlardan korkmayınız. Ve benden korkunuz. Hem üzerinizdeki nimetimi itmam edeyim, hem de hidayete nail olmanızı ümit edebilesiniz.

150. Bu ayeti kerime kıbleye yönelme meselesini pekiştirmekte ve yerleştirmektedir. Çünkü bu husustaki nesh, kıblenin değişmesi hakkındaki emir, bir ilâhî İmtihandır, yanlış anlaşılması, yanlış telâkki edilmesi muhtemeldir. Binaenaleyh bu emir kendisinde bir şüpheye, bir tereddüde mahal kalmaması için hikmete binaen üç kere tekid buyrulmuştur. Bununla beraber, bu üç emrin ikisi bizzat Hz. Peygambere üçüncüsü de bütün ümmeti Muhammede müteveccih bulunmuştur. Şöyle buyruluyor ki: (Ve her nereden) sefere (çıkarsan) namazda (yüzünü hemen Mescidi Haram tarafına çevir.) O yöne doğru namaz kıl. (Ve) ey rahmete ermiş!.. Sizler de (her nerede bulunursanız) gerek yurdunuzda ve gerek sefer halinde (yüzlerinizi) namaz kılarken (onun) o mescidi haramın (tarafına döndürünüz.) Bu bir hikmet gereğidir. (Takî İnsanlar için aleyhinize bir delil bulunmasın) Şöyle ki: Tevrat'ta ahir zaman peygamberinin kudüs tarafını bırakıp kâbe tarafına namaz kılacağı yazılıdır. Eğer şimdi müslümanlar kâbe tarafına namaz kılmayacak olsalar, bir kısım inkarcılar bunu delil getirmeye kalkışırlar, eğer bu zat, ahir zaman peygamberi olsa idi Tevrat'ın bildirdiği şekilde kâbe tarafına dönüp namaz kılarlardı, derdiler. Artık bu gibi bir delil getirmeye meydan kalmaması için hemen Kâbe tarafına yönelerek namaza devam ediniz. (Ancak o zalimlerden) o hakkı inkâr eden topluluktan (olanlar müstesna.) Onlar da kendi kuruntularına göre aleyhinize delil getirmek isterler. Meselâ derler ki: Muhammed -aleyhisselâm- in kâbe tarafına yönelmesi, kavminin dinîne meyhnden ve beldesine muhabbetinden dolayıdır. Bu gibi sözlerin ise ne ehemmiyeti vardır. Bunlar aleyhte bir delil olacak şeyler değildir. (Artık) Ey müslümanlar! (onlardan) o zalimler, cahiller topluluğundan (korkmayınız) onların öyle yerme ve ayıplamalarına bakmayınız. Onlar size bir zarar veremezler, benim emirlerime sarılınız. (Ve benden korkunuz) ki (hem üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım, hem de hidâyete nail olmanızı) hidayet üzere devamlı olmanızı (ümit edebilesiniz.) § Bu ayeti kerimedeki nimetin tamamından maksat, İslâmiyet üzere ölmektir. Veya cennete girmek ile Allah Teâlâyı görme şerefine ermektir.

§ Bu ayeti kerimede şuna da işaret vardır ki hiç bir kimse iyi bir âkibete nail olacağını kesin olarak bilemez, nice kimseler senelerce hidayet yolunda iken bilahara bundan çıkmış dalâlete düşmüşlerdir. Binaenaleyh hidayet üzere devamlı olmayı Cenâb-ı Haktan niyaz etmeli, bu muvaffakiyet! ancak onun şefkat ve merhametinden beklemelidir.









151. Nitekim sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdik ki size bizim ayetlerimizi okuyor ve sizleri tezkiye ediyor ve sizlere hitap, hikmet öğretiyor. Ve sizlere bilmedikleriniz şeyleri öğretiyor.

151. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Hakkın müslümanlar için nimetlerini tamamlayacağına dair olan vadini bizlere hatırlatıyor. Bu ümmet hakkında nice ilâhî lutüfların tecelli etmiş olduğunu gösteriyor ve kısaca şöyle buyuruyor: Ey ümmeti muhammed (Nitekim sizin içinizde) İbrahim aleyhisselâmın mübarek soyundan olmak üzere (sizden) insanlar cinsinden (bir peygamber gönderdik ki) o son peygamber Hz. Muhammed'dir. O öyle bir peygamberdir ki, ey insanlar! (Sizi bizim ayetlerimizi) Kur'ân'ı Kerim'i (okuyor) tilâvette bulunuyor (ve sizleri tezkiye ediyor) sizleri küfür ve günahtan temizlemeye çalışıyor (Ve sizlere kitabı) Kur'ân-ı Kerim'i (hikmeti) ahlâka, içtimaiyata, muamelâta ait hayatın tanzimini gerektiren hükümleri (öğretiyor. Ve sizlere bilmedikleriniz şeyleri) tefekkür ile, düşünme ile bilinemeyip ilâhi vahiy vasıtasıyla bilinen bir nice meseleleri (öğretiyor.) Ne büyük bir rehber, ne muazzam bir peygamber!

Evet... Peygamber Efendimiz bütün insanlığı hak ve hakikatten haberdar etmek, insanlık alemini maddi ve manevi hasletlerle süslemek ve onları uyarmak için Allah tarafından insanlığa en büyük bir nimettir. Ne mutlu bunu takdir ederek yüce peygamberin o mukaddes hayatını kurtuluş ve saadet rehberi edinenlere!









152. Artık beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim. Ve bana şükrediniz, bana nankörlükte bulunmayınız.

152. Bu ayeti kerimede Cenâb-ı Hakkın o muazzam nimetlerine nail olan insanlara, düşünme ve teşekkür vazifelerini telkin buyuruyor. Evet... Hak Teâlâ hazretleri buyuruyor ki (Artık beni zikrediniz.) kalbinizi, ruhunuzu, lisanınızı benim zikrimle aydınlatınız ve süsleyiniz. Namaza, niyaza, tevhid ve teşbihe devam ediniz, (ki ben de sizi anayım.) Sizin ibadetlerinizi kabul, sizi sıkıntı ve belâ anlarında himaye edip koruyayım. (Ve) ey kullarım! Nail olduğunuz nimetlerden dolayı (bana şükrediniz.) Bu nimetlere ibâdet ve itaatle karşılık veriniz. (Bana nankörlükte bulunmayınız.) Nimetlerimi inkâr, emrime isyan etmek suretiyle nankörlükte bulunmaktan sakınınız, sizin ebedi selâmet ve saadetiniz buna bağlıdır.

§ Zikr: Lügatte anmak, yad etmek, hatıra getirmek, beyan ve ifade etmek, hafızada olanları hatırlamak gibi manalara gelir, İstİlahta Cenâb-ı Hakkın yüce ismini büyüklüğünü ve uluhiyetini anmaktır ki üç şekilde olur. Şöyle ki: Ya lisânen olur. Bu, Hak Teâlâ'nın mübarek isimlerinden birini veya bir kaçını lisan ile söylemektir. Allah... Allah... denilmesi gibi. Ya bedenen olur. Bu da namaz, oruç gibi ibâdetleri ifa etmektir. Veya kalben olur. Bu da: Allah-u Teâlâ'nın varlığını, kudret ve azametini düşünüp ruhi bir neş'eyi elde etmektir.

Ya ilâhi! beni gafletten uyandır daim,

Zikrü fikrinle benim kalbimi tenvir eyle.

Allahım! Beni daima gafletten uyandır,

Senin zikrin ve fikrinle benim kalbimi aydınlat.

$ Şükür; İyiliğe karsı minnettarlık göstermektir, İyiliğe karsı sözle veya fiile gösterilen kadirşinaslıktır. Cenâb-ı Hakka şükretmek ise üç şekilde olur. Birincisi: Lisânen şükürdür. Bu, Cenab'ı Hakkın nimetlerine karsı yüce Allah'a dil ile saygı göstermektir. İkincisi: Bedenen şükürdür. Bu da Hak Teâlâ'nın nimetlerini hatırlayarak Şükür secdesine kapanmak gibi bir şekilde olur. Üçüncüsü de: Kalben şükürdür ki bu da Allah'ın nimetlerini düşünerek kalben saygılı hislerle mütehassis olmaktır. Şükrün zıddı, küfr ve nankörlüktür ki nîmeti gizlemek ve inkâr eylemektir.

Nitekim bir zat söyle demiştir:Nimete sükr etmek, nimeti artırır. Nimete karsı nankörlükte bulunmak da nimetin yok olmasına, elden çıkmasına sebep olur.









153. Ey mü'minler! Sabır ile namaz ile yardım isteyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.

153. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Hakkın bir çok nimetlerine nail olan müslümanların bir hikmet gereği olarak bazı hos olmayan hallere maruz kalabileceklerini, bu takdirde sabır ile ve namaz ile yardım isteğinde bulunup mükâfata ereceklerini gösteriyor. Evet... Buyruluyor ki: (Ey İman edenler!) günahlardan kaçınmak, bazı belalara, musibetlere tahammül edebilmek, cihada, ibâdet ve itaata devamda bulunabilmek gibi hususlarda (sabır ile ve namaz ile) Allah Teâlâ'dan (yardım isteyiniz.) Ümitsizlik ve kedere kapılmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.) Yani onların sabrını bilir, kendilerine imdat eder, mükâfatlar ihsan buyurur.

$ Sabır: Acıya katlanmak, insan tabiatına uygun olmayan hallere karsı telâş göstermeyip sarsılmadan tahammül etmek demektir. Akıl ve şeriata aykırı şeylerden kaçınarak nefsi tutmak ta sabırdır. Sabreden zafer bulur. Nitekim söyle denilmiştir:Evet... Sabır acıdır, müşküldür, fakat meyvesi pek tatlıdır. Bir çok eziyetler sabır ve sebat, hakka dua ve niyaz sayesinde ortadan kalkar. İste, namazda insanın ruhuna, azmine kuvvet veren en yüce dua ve niyazı kapsayan bir ibâdet olduğundan buna güzelce devam edilmesi de insanın maddî ve manevî kederlerini, üzüntülerin! gidermeğe en mükemmel bir vesiledir.









154. Ve Allah yolunda öldürülenlere, ölülerdir, demeyiniz. Yok, onlar hayattadırlar, fakat siz bilmezsiniz.

154. Bu âyeti kerime de işaret ediyor ki, hak yolunda cihad da bulunup şehid olmak ta nefse ağır gelirse de bu gerçekte bir mutlu, ebedî hayata nail olmaktan başka değildir. Artık buna sabredilmez mi? Evet... Buyuruluyor ki (Ve) Ey müslümanlar!.. (Allah yolunda Öldürülenlere de ölülerdir demeyiniz.) Onlar hak yolunda fâni hayatı terk edip ebedî bir hayata ermişlerdir. Onlar kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda rızıklandırılmaktadırlar. Nice ruhanî, manevî nimetlere nail bulunmaktadırlar. Artık onlara nasıl "ölüler" denilebilir? (Yok onlar hayattadırlar.) Onların bu hayatını (fakat siz bilmezsiniz.) Onların hayat şekli akıl ile değil vahyi ilâhî ile malumdur. Onların hayatı dünyadaki hayatın kat kat üstündedir. Buna dair bir çok hadisi şerif de vardır.









155. Vallahi biz sizleri elbette biraz korku ile, açlık ile mallardan, canlardan, mahsulâttan biraz eksiklik ile imtahan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.

155. Bu âyeti kerime hakikî mü'minlerin bir hikmete binaen bâzı hoş görmeyecekleri hallere mâruz kalacaklarını ve o zaman Cenab'ı Hakkın takdirine teslimiyet gösterip teselli olacaklarını mükâfat elde edeceklerini gösteriyor. Şöyle ki: Ey ümmeti Muhammed (Bir olan Yüce Zatıma andolsun ki, biz sizleri elbette biraz korku ile) düşman endişesi ile (biraz açlık ile) kıtlık ve pahalılık ile (mallardan, canlardan, mahsulâttan biraz eksiklik ile) bunların helâkiyle, ölmesi, öldürülmesi, ihtiyar ve hasta olması ile, gelişip artmayıp zayi bulunması ile (imtihan edeceğiz.) Bu takdiri ilâhiye hanginizin razı, sabırlı olup olmadığını meydana çıkaracağız. Rasûlüm!... Sen de şu kendilerine gelen bu gibi musibetlere karşı (sabredenleri müjdele) Onlar bu yüzden ne büyük mükâfatlara nail olacaklardır.









156. Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman: "Biz Allah içiniz ve biz sonunda ona döneceğiz" derler.

156. Bu âyeti kerime de hakikaten sabırlı olanların kimlerden ibaret olduklarını bildiriyor. Şöyle ki: (Onlar) o sabredenler, o zatlardır (ki, kendilerine) hak tarafından (bir musibet) kötü, hoş görmeyecekleri bir hâdise (isabet ettiği zaman) büyük bir ümitsizlik ve kedere kapılmazlar. Belki (= Biz Allah içiniz, bîz sonunda ona döneceğiz, derler.) Yani: Biz Allah Teâlâ'nın kullarıyız, onun kölesiyiz, ve sonunda onun manevî huzuruna, âhiret âlemine dönüp gideceğiz. Bu geçici hayatın ne ehemmiyeti vardır, bu hayatta göreceğimiz şeyler geçicidir. Bu hoş olmayan haller de yok olur, bunlardan dolayı sevaba nail oluruz diye teselli bulurlar.









157. İşte onlar için Rabbileri tarafından mağfiretler ve rahmet vardır. Hidâyete erenler de onlardır.

157. Bu âyeti kerime de sabredenlerin nail olacakları mükâfatı açıklıyor. Şöyle ki: (İşte onlar) o kendilerinin Allah'a döneceklerini söyleyen sabırlı zatlar (İçin Rabbleri tarafından mağfiretler) vardır (ve rahmet vardır.) Lûtf ve ihsan takdir edilmiştir. (Ve hidâyete erenler de) doğru yolu takip etmiş olanlar da (onlardır.) Ne büyük başarı!

§ Salevât: Salatin çoğuludur. Salât ta: Allah'tan rahmet, günahları affetmek ve örtmektir. Meleklerden istiğfardır. Ve mü'minlerden de dua manasınadır. Namaz dediğimiz ibâdetin de ismidir.



istirca: Rücu etmek, geri dönmek ve musibet zamanında Biz Allah içiniz, biz sonunda ona döneceğiz, demektir. İstirca:lisan ile değil kalp ile de olmalıdır. Şöyle ki: Bir mü'min bâzı belâlara düşebilir. Fakat düşünür, bunda da elbet bir hikmet vardır der. Ben 511 kadar ilâ

Hz. muhammed'in ümmetindenim, şimdi böyle bir musibete tutulmam da elbette ilâhî bir hikmet gereğid

Yalnız nimetlere mazhar bulunuyorum, elhamdülillah müslümânım,

Hakkın bana verdiği nimetler şimdi elimden aldığı nimetlerden kat kat fazladır. Veren de odur, alan da odur. Ben de nihayet onun manevî huzuruna gideceğim, ebedî hayata nail olacağım. Artık bu gemici belânın ne ehemmiyeti vardır? diye güzel kanaatini gösterir. Böyle bir kanaat ise insana teselli verir. İnsanın

itekim bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur: "Bir müslümana bir dert, bir ağrı, bir düşünce, bir

güzel inancına delalet eder, bu yüzden sevap ve mükâfata nail olur. gam, bir hüzün, İsabet etmez ki, hattâ bir uzvuna bir diken batmaz ki illâ onun sebebiyle Cenâb-ı Hak o müslümanın hatalarını affeder ve örter." Bu arıza, o

■" " ' ■ "ıret olmuş olur. Ne büyük ilâhî merhamet. Diğer bir hadisi şerifte de buyrulmuştur ki: "Mü'mine her eziyet veren şey bir musibettir."müslüman için günahlarına keffat

İşte böyle bir musibete karşı diyen mü'minler ilâhî affa ve ilâhî lütufa nail olacaklardır.

§ İbrahim Hakkı merhumun şu kıtası ne kadar güzeldir.

"Haktan olacak işler"

"Boştur gamü teşvişler"

"Hak bildiğini işler"

"Mevlâ görelim neyler"

"Neyierse güzel eyler"









158. Şüphe yok ki Sefa ile Merve Allah Teâlâ'nın şaairinden "dinî merasiminden" dir. Artık her kim haç veya umre niyetiyle Beytullahı ziyaret ederse tavafı bu ikisiyle beraber yapmasında kendisi için hiç bir günah yoktur. Ve her kim bir hayri nafile olarak yaparsa şüphe yok ki Allah T e âlâ kabul edendir, bilendir.

158. Bu âyeti kerime; sözle ve fiil ile Allah'ı zikretmeyi içine alan büyük dinî bir vazîfemizi bizlere beyan buyuruyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar!.. (Şüphe yok ki Sefa ile Merve) denilen iki mevki arasında sizin gidip gelmeniz. Say denilen dinî merasimi ifa etmeniz (Allah Teâlâ'nın şaairindendir.) Ona yapılan ibâdetler, muhabbetler, alâmetlerindendir. (Artık her kini Haç veya Umre niyetiyle Beytullahı ziyaret ederse tavafı bu ikisiyle beraber yapmasında) yani Kâbe'i Muazzamayı ziyaret eder de onu tavaf etmekle beraber Sefa ile Merve arasında da gider gelir ise bundan dolayı (kendisi için hiç bir günah) sakınca (yoktur.) Bu da bir kulluk vazifesidir, bir itaat alametidir. (Ve her kim) böyle (bir hayri tatavveen) kendisine vacip olmasa dahi sırf (Allah rızâsı için yaparsa) pek çok sevaba, mükâfata nail olur. Zira, (şüphe yok ki Allah Teâlâ şakirdin kullarını güzel amellerinden dolayı sevaba nail buyurur. (Alimdir) her şeyi hakkıyla bilir. Herkese niyetine, İtilasına göre mükâfat ve ceza verir.

§ Sefa ve Merve: Kâbe'i Muazzamanın hemen bir tarafında bulunan iki tepeden ibarettir. Bunlar bir cadde ile biri birine bağlıdır. Sefa tarafından başlanıp 4 defa Merveye, 3 defa da Merve tarafından Sefaya gidip gelmek biz Hanefilerce bir vaciptir. Bunlar Beytullahı tavaftan sonra yapılır. Bu, İmamı Ahmete göre sünnettir. İmamı Mâlik ile imami Şâfiye göre de farzdır. Haccın erkânından sayılmıştır.

Vaktiyle Sefa ile Mervede birer put vardı. Müşrikler bunları ziyaret ederlerdi. İslâmiyet hâkim olunca o iki put kırılmış, atılmış, o iki mübarek makam bunlardan temizlenmişti. Bununla beraber bâzı müslümanlar, bu putların böyle vaktiyle bulunmuş olduğundan dolayı bu iki makam arasında gidip gelmeden çekinmişlerdi. Bu âyeti kerime ise böyle bir çekinmeye lüzum olmadığını beyan buyurmuştur.

§ Pastili Ekrem Hazretleri Hudeybiye anlaşması gereğince hicretin 7. senesi Medine-i Münevvereden Mekke-i Mükerremeye gitmiş, iki bin kadar eshabı kiramı ile Beytullahı ziyaret etmiş ve Sefa ile Merve arasında eshabı kiramın kuvvet ve yiğitliğini göstermek için süratle gidip gelmişlerdi. Buna "Say denilir. Bu say, bu hareket tarzı Yüce Yaratıcıya saygıyı, İhtiyaçları arz için Beytullahın mübarek kapısı önünde bir şevk ve heyecan ile tekrar tekrar gidip gelerek ilâhî rahmeti beklemenin bir sembolü yerinde bulunmuştur.

§ Hac: Lügatte tazim edilecek makamları ve diğer yerleri ziyaret kasdinde bulunmaktır. Seri Şerifte Arafat denilen yerde belirli vakitte bir miktar durmaktan, sonra da gidip Kâbe-i Muazzamayı tavaf suretiyle ziyaret etmekten ibarettir ki, şartlarını taşıyanlar için bu ziyaret bir defaya mahsus olmak üzere farzdır. Sonra tekrar ziyaret etmek tatavvü, nafile kabilinden olup sevaba vesîle olan bir ibâdettir. Haç eden zata "Hacı" denir.

Umre ise lügatte ziyaret manasınadır. Istilâhta Kâbe-i Muazzamayı tavaftan ve Sefa ile Merve arasında gidip gelmekten ibarettir. Bunun belirli bir zamanı yoktur. Ve bunun için Araf atta bulunmak lâzım değildir. Bu bir sünneti müekkededir. .Bunu yapan zata "mut emir" denilir.











159. O kimseler ki bizim indirmiş olduğumuz açık delilleri ve hidâyeti İnsanlara açıkça beyan etmiş olduğumuzdan sonra saklarlar, muhakkak onlara Allah Teâlâ lanet eder. Ve onlara lanet ediciler de lanette bulunurlar.

159. Bu âyeti kerime. Peygamberimizin mübarek vasıflarını, Islâmiyetin doğruluğunu, kitaplarında görüp okumuş olan birtakım Yahudi âlimleri hakkında nazil olmuştur. Ensardan bâzıları, Rasüli Ekrem Efendimizin Tevrat'ta yazılı olan vasıflarını Yahudi bilginlerinden sormuşlar. Onlar ise bunu bile bile saklayıp beyan etmemişlerdi. İşte bu gibi hareketlerin çirkinliğini beyan için şöyle buyruluyor: (O kimseler ki, bizim indirmiş olduğumuz açık delilleri) recm âyeti gibi, son peygamberin vasıfları gibi şeyleri (ve hidâyeti) o peygambere imâna, ona tâbi olmanın gereğine dalâlet eden mucizeleri biz Tevrat'ta ve diğer semavî kitaplarda (İnsanlara açıkça beyan etmiş olduğumuzdan sonra) bir kıskançlık, bir inâdî küfür eseri olarak (saklarlar) halka bildirmezler. İşte (muhakkak onlara Allah Teâlâ lanet eder.) Onları rahmetinden ebediyyen mahrum bırakır. (Ve onlara iânet ediciler de lanette bulunurlar.) Onlara lanet etmesini Cenab'ı Haktan dilerler. Bu lanet okuyanlar, bütün insan ve cinlerin mü'minleridir, veyahut kendilerine mahsus birer lisan ile bütün mahlukattır.

§ Bu ilâhî beyan: Naslara dayalı ve onlardan çıkarılmış olan dinî ilimlerin saklanılmayıp lüzumuna göre açıklanmasını ve ilâm edilmesini icap etmektedir.







160. Ancak tövbe edenler, Islâhta bulunanlar ve açıklayanlar müstesna. İşte ben onların tövbelerini kabul ederim. Ve tevbeyi çokça kabul eden, esirgeyen ancak benim.

160. Bu âyeti kerime de, tevbe ve istiğfar edenlere rahmet ve mağfiret kapılarının açık bulunduğunu müjdelemektedir. Şöyle ki, küfür ve isyanlarından dolayı (tövbe edenleri ve) bozduklarını (islâh eyleyenler ve) kitaplarda gördükleri hakikatleri saklamaktan vaz geçip (beyanda bulunanlar müstesna, işte) onlar lanete hedef olmaktan kurtulurlar. (Ben onların tövbelerini kabul ederim.) kendilerini azaptan kurtarırım. (Ve tevbeleri çokça kabul eden, esirgeyen ancak benim.) Bana yönelenlere merhamet ve lütf um boldur. Artık bütün insanlar durumlarını düzelterek bu ilâhî lütfü elde etmek için koşmalı değil midirler?











161. Muhakkak o kimseler ki kâfir oldular ve onlar kâfir oldukları halde öldüler. İşte Allah Teâlâ'nın laneti de, meleklerin ve bütün insanların lanetleri de onların üzerinedir.

161. Bu âyeti kerime kimlerin ebedî bir şekilde lanete, cehennem azabına mâruz kalacaklarını şöylece gösteriyor. (O kimseler ki kâfir oldular) Allah Teâlâ'yı onun birliğini ve diğer İman edilecek şeyleri ve bilhassa son peygamberi inkâr ettiler, o büyük peygamberin vasıflarını sakladılar, itiraf etmediler (Ve onlar) böyle (kâfir oldukları halde öldüler.) Daha hayatta iken tevbe edip af dilemediler. (İşte Allah Teâlâ'nın lânetide) bunların üzerinedir, Cenâb-ı Hak bunları ebediyyen azaba uğratacaktır. (Meleklerin ve bütün insanların lanetleri de onların üzerinedir.) Yarabbi! Bu kâfirleri lâik oldukları azaba kavuştur, Rahmetinden ebediyyen mahrum bırak diye lanet okurlar.

İnsanları müminleri o kâfirler için böyle lanet edecekleri gibi kâfirler de yarın âhirette biribirine lanette bulunacaklardır. Çünkü onlar dünyada biri birini aldatarak küfre sevkettikleri için âhirette bu hareketlerinin kötülüğünü görünce biri birine lanet etmeğe başlayacaklardır.











162. Orada ebedî bir halde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine asla bakılmaz.

162. Bu âyeti kerime de, lanete hedef olacakların ne fena felâketlere uğrayacaklarını gösteriyor. Şöyle ki; onlar, o lanete uğrayanlar (Orada) cehennemde veya lanet içinde (ebedî olarak kalacaklardır.) Haklarında hiç bir şefaat ve saire kabul edilmiyecektir. (Onlardan azap hafîfleştirilmeyecektir.) Daima aynı azaba mâruz kalacaklardır. (Ve kendilerine asla bakılmayacaktır.) Onların yalvarıp yakarmalarına asla iltifat olunmayacaktır. Allah'ım, ne elem verici akıbet!.. Artık böyle bir lanete, felâkete uğramamak için bir kurtuluş çaresi aramalı değil midir?









163. Ve sizin ilahınız, bir tek ilahtır. O rahman ve rahim olan Allah'tan başka bir tanrı yoktur.

163. Bu âyeti kerime, bütün insanları bir birlik dairesine davet ediyor. Onlara lanetten, azaptan kurtulmanın yolunu gösteriyor. Evet buyrulmuş oluyor ki: Ey insanlar! Uyanınız. Öyle fânî, yaratılmış şeylere tapmayınız. Onları mabut edinmeyiniz, (ve) biliniz ki (sizin ilahınız) Yaratıcınız, mabudunuz (bir tek ilahtır.) Bir benzeri, ortağı olmayan Yüce Allah'tır, hepiniz onun kullarısınız. (Ondan başka) hakikî (bir ilâh yoktur.) Bütün kainatın yaratıcısı, mabudu yalnız odur. O (rahmandır) kullarını esirgeyen, koruyan, rahmetine erdiren odur. Ve O (rahimdir.) Bütün mahlûkatına en rekik (ince) merhametlerde bulunan onlardan tövbe edenlere kusurlarını af edip bağışlayan ancak odur. Artık yalnız ona yönelmeli, ondan aflar, keremler niyaz etmeli değil midir?









164. Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbirini takibinde. İnsanlara faydalı olan şeyler ile denizde akıp giden gemilerde ve Allah'ın semadan indirip onunla yer yüzüne ölümünden sonra hayat verdiği suda ve yeryüzünde her nevî hayat sahibi mahlukatı yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde ve gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta düşünen bir kavm için elbette nice alâmetler vardır.

164. Bu âyeti kerime de, Cenâb-ı Hakkın varlığını, birliğini, kudret ve azametini gösteren yaratılış hârikalarını insanlığın dikkat nazarına takdim ediyor. Evet.... buyruluyor ki: Ey insanlar! Bir kere gözünüzü açın da güzelce bir düşününüz. (Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında) büyük alâmetler, hakkın varlığına büyük delâletler vardır. O muazzam sema kubbeleri, nedir? Şu üzerinde yaşadığımız güzel, pek hoş yer küresi ne kadar lâtiftir? (Gece ile gündüzün birbirini takibinde) dene kadar âyetler, alâmetler vardır. Bunlar ne kadar muntazam şekilde biri birini takip eder dururlar. Eğer böyle bir uyum ve intizam bulunmasa yer yüzünde yaşamak kabul olabilir miydi?.. (İnsanlara faydalı olan şeyler ile denizde yürüyen gemilerde) de ilâhî şefkate ne büyük dalâletler vardır. Eğer Cenâb-ı Hak havayı, suları ve diğer kuvvetleri İnsanlara hizmetçi kılmasa idi, deniz vasıtaları ile bir çok iktisadî, içtimaî faydaları elde edebilirler miydi? Uçakların insanlara hizmeti de bu cümleden değil midir? (Ve Allah'ın gökten) hava tabakalarından (İndirip onunla yer yüzüne ölümünden sonra tekrar hayat verdiği sularda) da onun kudretine ve Rab olduğuna ne kadar delilleri mevcuttur. Yer yüzü kış olunca nebatattan, güzel, zengin çiçeklerden mahrum kalır. Adeta ölmüş, lâtif bir hayattan mahrum kalmış bulunur. Fakat, sonra bahar olur, havadan lâtif, leziz yağmurlar yağmağa başlar, yer yüzüne yeniden bir güzellik, bir tazelik bahşeder. Yine Allah Teâlâ'nın (yer yüzünde her türlü hayvanatı) hayat sahibi olan mahlukatı (yaymasında) da nice âyetler vardır. Ne kadar muhtelif, hayat sahibi İnsanlar, aslanlar, atlar, mandalar, kuşlar ve saire vardır. Bütün bunların varlığı hikmet sahibi bir yaratıcının varlığına birer kesin delil değil midir? Aynı şekilde (rüzgârların) vakit vakit (değiştirilmesinde) de Yaratıcımızın varlığına büyük şahadetler vardır. Bu rüzgârlar Doğu, Batı, Güney, Kuzey kısımlarına ayrılmıştır. Bunlar nefislere rahat ve kuvvet verdikleri için ".r.i'.h" namını almışlardır. Çoğulu "riyâh" dır. (Ve yer ile gök arasında emre hazır olan bulutta) da hakkın varlığına, kudret ve hikmetine dalâlet eden nice alâmetler vardır. Bu bulutlar güzel, rengârenk bir şekilde görülür. Leziz, şeffaf suları taşırlar. Vakit vakit yükselir alçalır, yer yüzüne serinlik verir, faydalı yağmurlar yağdırırlar. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakkın emrine tâbi, onun yarattığı birer eserdir. Artık bunlarda şüphe yok ki (aklını güzel kullanan bir kavim için bir çok alâmetler vardır.) Bütün bunlar öyle kendi kendine var olan, bir tesadüf eseri olarak bu kadar hikmetli ve faydalı bulunan şeyler değildir. Hiç bir akıl sahibi bu kanaatle olamaz. Artık bütün bu yaratılış harikalar! bir hikmet sahibi Yaratıcının varlığına, azamet ve kudretine birer parlak delil değil de nedir?

Olanlar feyziyabı İntibah aşan kudretten

Alırlar hisset ibret temaşai tabiattan.

§ Vaktiyle Kureyş müşrikleri. Peygamber Efendimize müracaat ederek: Ya Muhammedi.. -Aleyhisselâm- Sen mabudunun vasfını bize anlat demişler. Bunun üzerine İlahınız bir tek Allah'tır, âyeti kerimesi nazil olmuştur. Bu müşriklerin 360 putları vardı. Böyle bir mabut nasıl olur? diye taaccüp

etmişler, Hz. Peygamber'den bu Allah'ın birliği iddiasında sâdık olduğuna dair kendisinden bir âyet, bir alâmet istemişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş Cenâb-ı Hakkın varlığına, birliğine delâlet ve şahadet eden bu kainata onların nazarı dikkatleri çekilmiştir. Artık şüphe yok ki aklını, fikrini, muhakemesini kaybetmeyen bir insan bu yaratılış hârikalarını güzelce seyr edince Cenâb-ı Hakkın varlığında, birliğinde asla şüphe edemez. Yazık ki akılların!, düşüncelerini suistimal eden bir çok kimseler de bulunmaktadır. Cenâb-ı Hak uyanma nasip etsin!









165. Ve insanlardan öyleleri vardır ki Allah'tan bankalarını Allah'a denk tanrılar ederler. Onları Allah'ı sever gibi severler. Müminle rin ise Allah Teâlâ'ya muhabbetler! daha ziyadedir. Eğer zulm edenler azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a muhsus olduğunu ve hakikaten Allah'ın azabının şiddetli bulunduğunu görüp anlasalar -ne kadar nadim ve pişman olacak-lardır-.

165. Bu âyeti kerime Cenâb-ı Hakka ortak koşan ve başka şeyleri ona denk tutanların aklî muhakemeden ne kadar mahrum olup bilahara ne kadar pişmanlık ve felâkete mâruz olacaklarını göstermektedir. Buyrulmuş oluyor ki: (Ve insanlardan öyle) müşrik (kimseler vardır ki Allah'tan başkalarını) bir takım putları, Nemrut ve Firavn gibi bir takım şahısları (Allah'a emsal) Yaratıcılıkta, mabud oluşta Cenâb-ı Hakka ortak, denk (sayarlar.) Onlara da tapınır dururlar. (Onları Allah'ı sever gibi severler.) Kendilerine muhabbet ve hürmet gösterirler. Fakat (müminlerin ise Allah Teâlâ'ya muhabbetleri daha zîyadedîr.) Çünkü mü'minlerin muhabbetleri bir yüce Yaratıcıya tam bir samimiyet ve kanaatle olur. Müminler hiç bir kimseyi hiç bir şeyi Cenâb-ı Hakkı sevdikleri kadar sevmezler. Başkalarını sevmeleri de yine Cenâb-ı Hakkın rızası ve müsaadesiyledir. Müşriklerin muhabbetleri ise putlara bölünmüştür. Samimiyetten uzaktır. Çabuk yok olur, vakit vakit taptıkları putları parçalayarak yerlerine başka putları getirip onlara muhabbet gösterirler. Hattâ Nemrut, Firavun gibi bâzı zâlimleri sırf dünyevî bir menfaat düşüncesiyle mabut derecesine yükselterek kendilerine tapınırlar. Bütün bu tapınışlar, kendileri için büyük felâketlere sebep olacaktır. Bu müşrikler; nefislerine zulmetmiş, kendilerini ilâhî azaba mâruz bırakmışlardır da haberleri yok. (Eğer) bu (zulmedenler, ahiret azabını görecekleri zaman) başlarına gelip de (bütün kuvvetin) ve galibiyetin (Hak Teâlâ'ya mahsus olduğunu ve hikakaten Cenab'ı Allah'ın azabı şiddetli bulunduğunu görüp anlasalar) ne kadar nadim ve pişman olacaklardır. Ne yazık ki pişmanlık fayda vermez.

Bir fâide bahşeder mi heyhat! Vaktında yapılmayan nedamet.

Vaktinde yapılmayan pişmanlık bir fayda sağlar mı? Çok uzak!









166.0 vakit o kendilerine uyulmuş kimseler o uyan şahıslardan uzaklaşacaklar ve azabı görmüş olacaklar. Ve aralarındaki bağlar kesilmiş bulunacaktır.

166. Bu âyeti kerime, müşriklerin mabut edindikleri kimselerin ahirette alacakları vaziyeti beyan buyuruyor. Şöyle ki: (O vakit) o kıyamet günü, cehennem ateşine mâruz bulunacakları zaman (o kendilerine uyulmuş) mabut edilmiş (kimseler) korku ve heyecan içinde kalacak, mabut edinildiklerinden dolayı daha ziyade azaba giriftar olacaklarından korkarak (o) kendilerine (uyan) kendilerini mabud edinerek tapınan (şahıslardan uzak olduklarını söyleyeceklerdir.) Bizim bunlar ile bir alâkamız yoktur, biz bunlara böyle tapınmayı emretmedik diyeceklerdir. (Ve) bunların hepsi de (azabı) cehennem ateşini (görmüş) içine düşmüş (olacaklar ve aralarındaki münasebetler) alâkalar, yakınlıklar, muhabbetler, (kesilmiş) parçalanmış, darmadağın olmuş (bulunacaktır.) Her biri kendi amelinin cezasına kavuşmuş, biri birine fayda verecek bir durumda bulunmayacaklardır. İşte Cenâb-ı Hakkı bırakıp, mahlukata tapanların ebedî cezası!









167. Ve o uyanlar diyeceklerdir ki: Eğer bizim için bir kere -dünyaya- dönüş olsa biz de onlardan uzaklaşırız, onlar bizden uzaklaştıkları gibi. İşte Allah Teâlâ onlar amellerini üzerlerine pişmanlıklar halinde gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak kimseler de değildir.

167. Bu âyeti kerime de Cenâb-ı Haktan başkasını mabud edinenlerin ahiretteki pişmanlıklarını ve dünyadaki amellerinin kendilerine fayda vermeyeceğini bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) o kıyamet günü (o uyanlar), dünyada Cenâb-ı Hakka ortak koşmuş olanlar, o putlara tapınanlar (diyeceklerdir ki eğer bizim için) dünyada (bir kere) daha (dönüş olsa biz de onlardan) o mabut edindiğimiz halde bizden kaçınan putlardan, şahıslardan (uzaklaşırız) Onlar ile alâkamız yoktur der, kendilerini reddeyleriz. (Onlar bizden uzaklaştıkları gibi.) Fakat artık bu uzaklaşmanın ne faydası vardır? Teklif âlemi olan dünyada bunu düşünüp bilmeli değil miydiler? (İşte Allah Teâlâ) ahiret âleminde (onlara) o müşriklere dünyadaki o mahlukata tapmayı (amellerini üzerlerine yıkılmış hasretler) nedametler, pişmanlıklar (halinde gösterecektir. Ve) onlar Cenâb-ı Hakka ortak koşup bâtıl şeylere muhabbet ve bağlılıkta bulunmuş oldukları için (cehennem ateşinden çıkacak kimseler de değildirler.) Bütün bunlar, Allah'tan başkasına tapmanın, meşru şekilde muhabbetten, ibâdet ve itaatten mahrum bulunmanın bir cezasıdır. Artık uyanmalı, yalnız Cenâb-ı Hakka tap m alı, onun rızasına muvafık muhabbetlerde bulunmalıdır.

"Ya ölür, ya ayrılır, ya terkeder"

"Herki haktan gayri yar oldu sana"











168. Ey insanlar!. Yer yüzündeki şeylerden helâl, tertemiz olanlarını yiyiniz. Ve şeytanın adımlarına tâbi olmayınız. Şüphe yok ki o sizin için pek açık bir düşmandır.

168. Bu âyeti kerime, bütün insanlığa takip edecekleri selâmet yolunu gösteriyor. Şöyle ki: Müşrikler bir takım cahil kimseler hiç bir şer'î delile dayanmaksızın bir t al im şeylerin helâl, bir takım şeylerin de haram olduğunu söylerler. Bunların bu sözlerine iltifat edilmesi asla caiz değildir. Dinimiz bize helâl olan şeyleri de, haram olan şeyleri de bildirmiştir. Bizim harekât rehberimiz, ancak Islâmî hükümlerdir, İşte buna işareten buyruluyor ki: (Ey insanlar! Yer yüzündeki şeylerden) şer'en (helâl, tertemiz olanlarını yiyiniz.) O nimetlerden istifâde edip bunları size veren Yaratıcınıza teşekkürde, kullukta bulununuz. (Ve şeytanın) sizi aldatmaya çalışan dinsiz, imansız, ahlâksız kimselerin (adımlarına tâbi olmayınız.) Onlara uyup arkalarından gitmeyiniz. (Muhakkak ki o) şeytan ve emsali (sizin için apaçık bir düşmandır.) Sizin hakkınızda asla hayır istemezler. Size doğru bir yolu göstermez. Artık akıllı olan bir insan, mukaddes dininin emirlerini, yasaklarını bırakır da böyle din düşmanlarının sözlerine tavsiyelerine iltifat eder mi?









169. O sözlere ancak çirkin, pek murdar şeyleri emreder. Ve Allah'a karşı bilmedikleriniz şeyleri söylemenizi -emreder-.

169. Bu âyeti kerime de şeytanların, insanları ne kadar aldatmaya çalıştıklarını bildiriyor, Şöyle ki: Ey insanlar!.. (O) lânetli şeytan (sizlere) doğru, hayır isteyerek bir şey söylemez. (Ancak çirkin, fuhşiyattan ibaret şeyler ile emreder.) Bunları yaldızlayarak sizlere kabul ettirmek ister. (Allah Teâlâ hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi) emreder. Helâl olan şeyleri haram, haram olan şeyleri helâl görmenizi, putlara, insanlara tapmanızı ister, dinen malûm, var olmayan şeyleri size kabul ettirmek arzu eyler. Artık ey insanlar! Dostunuzu, düşmanınızı iyice bilip tanıyınız, sizin mukaddes dininize, mübarek vazifelerinize mâni olacak şeytan tabiatii kimselerin, aldatmalarına asla kapılmayınız. Onların yanlış yollarına asla gitmeyin. Sizler için bundan başka selâmet ve saadet çaresi yoktur.









170. Ve onlara Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, dediler ki: Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız. Ataları bir şeye akıl erdirememiş, doğru bir yola gitmemi; oldukları halde de mi?, -onlara uyacaklar-.

170. Bu âyeti kerime, bir takım insanların hurafelere tâbi, akıllıca düşünmek duygusundan uzak olduklarını bildiriyor. Şöyle ki: (Ve onlara) o Allah'tan başkasını Allah'a denk tutan müşriklere (Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'a uyun) bildirdiği şekilde Cenâb-ı Hakkı birleyin ve takdiste bulunun (denildiği vakit) onlar (dediler ki: Öyle değil, biz atlarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz) onlar gibi putlara taparız. Behair, Sevaip denilen hayvanların haram olduğu kanaatini taşıyıp etlerinden yemeyiz. Ata ve ecdadımız böyle yaparlardı. Onlar bizden daha hayırlı, daha bilgili idiler. Çok uzak!... Bu bir kuru iddia. Küfr ve şirk içinde yaşamış olanlar, hiç insan için alınacak güzel örnek olabilir mi?. Tarihî şeyler, makul, faydalı, meşru olursa o zaman onlara kıymet ve ehemmiyet verilir. Yoksa zararlı, makul olmayan şeyleri taklit nasıl muvafık olabilir?. (Artık) o müşrikler (ataları bir şeye akıl erdirememiş) dinî işleri anlayamamış (doğru bir yola gitmemiş) peygamberlerin göstermiş oldukları hidayet yolunu takip etmemiş (oldukları haldede mi?.) Onlara tâbi olacaklar ve onları alınacak örnek sayacaklar. Bu ne kadar cahilce bir hareket!.

"Mizana vur görüştüğün ahbabı el hazar"

"Pehber tasavvur eylediğin rehzen olmasın"

"Görüştüğün dostları teraziye vur,"

"Sakın, kılavuz sandığın, yol kesen olmasın"









171. Ve kâfirlerin durumu, o hayvanların durumu gibidir ki, çağırmadan, bağırmadan başka bir şey işitmeksizin haykırır durur. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar düşünemezler.

171. Bu âyeti kerime de bir kısım insanların hayvanî bir hayat yaşayıp hak ve hakikati anlamak kabiliyetinden mahrum olduklarını şöylece gösteriyor: (O kâfir) putlara ibâdette devamlı (olanların durumu) sıfatları (o hayvanın durumu gibidir ki; çağırmadan, bağırmadan başka bir şey işitmeksizin) anlamaksızın mânâsız boşyere (haykırır durur.) İşte bu kâfirlerin o bâtıl putperestçe sözleri de böyle boş, mânâsız bir dâvadan, bir gürültüden başka değildir. Velhâsıl bunların hepsi de (sağırdırlar) hak sözü işitmezler, (dilsizdirler) hayırlı bir şey, hak dine muvafık bir söz söylemezler. (Kördürler) hidayet yolunu görüp takip etmezler. Artık bunların sözlerinin manen ne kıymeti vardır?

Bu âyeti kerime şöyle de yorumlanabilir. O inkarcıların durumu, o hayvanın durumu gibidir ki, ona çobanı bağırır, o hayvan ise kuru bir sesten, bir çağırmadan başka bir şey duyup anlamaz. O İnkarcılar da kendilerini hidâyete davet edenlerin seslerini işitir dururlar. Fakat onların mânasını düşünmezler, anlamazlar, kabule yanaşmazlar.

Yahut: O müşriklerin bir takım anlayış ve idrakten mahrum putlara tapınıp durmalarının durumu, bir çobanın hayvanlara karşı bağırıp çağırması gibidir ki, o hayvanlar bu kuru sesten, bu çağırmadan başka bir şey işitip anlamazlar. İşte o putlar da böyle bir şey anlayıp idrak etmekten büsbütün mahrumdurlar. Artık onlara yalvarmanın, onlara tapınmanın ne faydası olabilir. Onlar adına bâzı şeylerin helâl, bazı şeylerin haram, yiyilmesi .yasak olduğuna nasıl hükmedilebilir?.

  Alıntı ile Cevapla